Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIHerkes sözünden sorumludur;

Herkes sözünden sorumludur;

"Biz kaybedersek Filistin kaybeder, Gazze kaybeder” söylemi içeren kampanyalarla seçimler, mevkiler kazananların, ‘Gazze kaybederken’den de öte, Gazze’nin kendisi tamamen yok olup giderken eylemsizliklerini ‘reelpolitik’ söylemiyle meşru ve mazur göstermeye ne kadar hakları var?

imajından da…

İstanbul’daki evimizin bulunduğu semt, otuz yıl içinde büyük bir dönüşüm yaşadı ve orta halli insanların oturduğu bir diyar iken İstanbul’un özellikle gençlere hitap eden en çok kafe-restoran barındıran semtlerinden belki birincisi haline geldi. Hal böyle olunca, otuz sene öncesinin dükkânları birer birer şekil ve işlev değiştirdiler. Bobin imalatçısı, beyaz eşya tamircisi, terzi, tesisatçı, pimapenci, tadilatçı, nalbur, toptancı vs. olarak iş gördüğünü bildiğimiz birçok dükkân bugün artık ya kafe yahut restoran olarak işlev görüyor. 

Bu alanda bir cazibe merkezi haline dönünce, haliyle semtimizde, “Bir kafe açsak biz de iş yaparız” düşüncesiyle başlayan yeni yeni girişimlere şahit oluyoruz. Gelin görün ki, bir kafeler ve restoranlar muhitine dönüşmesi semtin her sokağında açılan her yeni kafe veya restoranın muhakkak iş yapacağı anlamına gelmiyor. Hiç mi hiç bu konuların uzmanı değilim; ama sokakları adımlarken gördüklerim ve gözlemlerim benim gibi birinin dahi hangi sokakta kimin iş yapıp yapamayacağı konusunda isabetli çıkan tahminler yapmasını mümkün kılıyor.

Bu sebeple, ne zaman semtimizin bir sokağında iş görmeyeceği endişesi taşıdığım yeni bir girişime şahit olsam, endişemde haksız çıkmayı gönülden arzuluyorum. Çünkü biliyorum, o girişim belki birileri için iş imkânlarının daraldığı bir zamanda bir son umut, belki işsiz kalmış yahut bulduğu işte hak ettiği şartlara kavuşamamış birinin hayata tutunma çabası… Ve bu yola çıkarken, içlerinde ihtimal ki elinde avucunda ne varsa buraya dökenler, hatta belki eşten dosttan borçlananlar; hatta en kötüsü, kredi çekip bir de sırtına dağ gibi faiz yüklenenler var. Bu sebeple, ne zaman iş yapamayacağı izlenimi veren bir yeni girişimin yanından yahut yakınından geçsem, bütün bu ihtimaller aklımda sıralanır halde iki zıt duygulanım yaşıyorum. Bir tarafta umduklarını bulmaları için içimden dua ediyor, ama öte yandan ‘görünen köy’ sebebiyle üzülüyorum.

Başlamış, yürümeyen; devredilmiş, işlemeyen böylesi teşebbüsleri her görüşümde aklıma “Bu insanları hiç mi uyaran olmadı?” diye bir düşünce gelmiyor değil. Bu düşünce eşliğinde, bilakis bu şekilde yardımcı olacağını düşünerek onları teşvik eden, ümit veren, cesaretlendiren, hatta destek olacağı izlenimi veren, dahası destek vaad eden insanların hayali de düşüyor. Şunu da düşünüyorum: Onlar, bütün bunları kötülük olsun diye yapıyor değiller elbette. Bilakis işsiz kalmış veya işinde sıkıntılar yaşayan bir dostunu el’an içine düştüğü kapandan kurtarmak düşüncesiyle böyle yapıyorlar. Ama gerçekçi olmayan her umut arzı, gereği yapılmayacak her destek vaadi, vefa gösterilmeyecek her söz, bu düşüncelerin tam aksine, daha da aşağılara çekiyor sevdiklerimizi… İyilik zannıyla kötülük ediyor böyleleri.

Semtin sokaklarını adımlarken bende endişe uyandıran bir teşebbüs gördüğümde birbirini takip eden bu düşünceler, bir kafe veya restoran girişimi üzerine mülahazalar olarak da kalmıyor kendi iç âlemimde. Peşisıra, hayatın hangi alanında olursa olsun gerçekçi olmayan her teşvik, mucebince amel olunmayan her söz ve gereği yapılmayan her vaadin aslında ‘ağır bir sorumluluk’ niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Söz verdiysek gereğini yapmak dostluğun bir gereği. Diğer taraftan, doğruyu söylemek, gerçekçi olmak, olmayacak duaya amin dedirtmemek de dostluğun bir gereği. Eğer sevdiğimiz, değer verdiğimiz birilerine yardımcı olmak istiyorsak, gerçekçi bir değerlendirme yapmasını sağlamak da o yardımlardan biri. Keza, neticesi parlak ve berrak gözükmeyen bir teşebbüse teşvik etmemek de… Aslında yapmayacağı veya yapmaya güç yetiremeyeceği halde, ne olursa olsun destek olacağı izlenimi uyandırmamak da… 

İnsanları, sevdiklerimizi güya iyilik zannıyla gerçekçi olmayan hayallere sevketmek ve ‘husûlü meşkûk,’ yani kendisinden umulan sonucun gerçekleşeceği şüpheli bir işe cesaretlendirmek yahut kendimizi olduğumuz halden farklı gösterip muhatabımızı umutlandırmak, yardımcı olmak niyetiyle yapılsa dahi, neticede gerçek bir kötülüğe dönüşüyor. 

Dolayısıyla, yanlış yönlendirmelerin, vefası olmayan sözlerin ve isabetsiz umutlandırmaların bir sorumluluğu var. “Bana ne?” deyip kaçamayacağımız ağır bir ahlâkî sorumluluk… İşin başında böylesi bir tutum üretenlerin işler kötüye gidip netice umutlandırılan tablonun tam zıddı yönde tecelli ettiğinde bütün yükü tek başına teşebbüs sahibinin başına yıkmaları, bana göre o kişilerin ahlâklarında bir arızanın işareti. 

İnsanlar hakkındaki bu kanaatim, yine insanların idaresi altındaki tüzel kişilikler için de geçerli. Meselâ bir vakıf, bir dernek, bir parti, bir hükûmet ve bir devlet için… 

Söz bu noktaya geldiğinde, Filistin’in yaşadığı mezâlim, özellikle Gazze’de iki senedir gerçekleşen soykırım süreçleri karşısında—seçilerek gelenleri seçim kazanmak, krallık vb. bir konumda olanları konumlarına meşruiyet ve itibar kazandırmak için— ‘Filistin’in hâmîsi’ izlenimini özellikle vermiş, yani bir bakıma ‘Filistin’in ekmeğini yemiş’ bütün Müslüman ülke liderlerinin ahlâkî sorumluluğu düşüyor aklıma. Hele hele, başta İran olmak üzere güya ‘en büyük Filistin hâmisi’ görünmek uğruna onları husûlü meşkûk yollara teşvik etmiş olanların sorumluluğu… Yahut, bu ülkede onlarca seçim zamanı yüzlerce, belki binlerce kez duyduğumuz “Biz kaybedersek, Filistin kaybeder, Kudüs kaybeder, Gazze kaybeder” söylemleriyle yol alanların; İsrail’e en büyük itirazı ve karşı koymayı sergileyeceği intibaını sadece bu ülkenin duyarlı insanlarında değil, bizzat Filistinlilerde de uyandıranların sorumluluğu…

Hayatın bir kanunudur: Söz, eylemle sınanır. Sözü söylemek kolaydır ve o sözle o an için almayı hedeflediğimiz sonucu almak da mümkündür. Ama er ya da geç, sözümüzle sınandığımız, veya daha pozitif biçimde ifade edelim, sözümüzün eri olup olmadığımızı göstermenin imkânıyla tanıştığımız vakit muhakkak gelip çatar. 

Ne var ki, kendisini Filistin’in hâmisi, muhalifini İsrail’in güdümlüsü gösterecek raddeye varmış seçim propagandalarının ardından Filistin’e dair sözlerin ve Filistinlilerde bir ‘himâye’ umudu uyandıran imaj ve izlenimlerin gerçek bir sınanmaya tâbi kaldığı şartlarda, aynı kişi ve çevrelerdenbu kez ‘reelpolitik’ apolojileri duyuyoruz. En hassas oldukları alan, dünkü sözlerinin ve dün oluşturdukları imajın, verdikleri intibanın kendilerine hatırlatılması… O yüzden, dünkü sözlere dair hiçbir sorumluluk üstlenmeden, ‘dünyanın durumu, küresel güçler, bölgesel dinamikler falan filan’ diye uzayıp giden ‘reelpolitik’ masallarına geçiveriyorlar birden… 

Ama ne yapılırsa yapılsın, ortada ahlâkî sorumluluğu asla üzerlerinden kaldırmayan bir ‘realite’ var. Bir soru baki: Dünün sözüne mukabil bugünün eylemsizliğine mazeret olarak önümüze konulan ‘reelpolitik’ tablosu bir gerçek idiyse eğer, dün o sözler niye söylendi, o imajlar niye oluşturuldu, o intiba niye üretildi, o söylem niye geliştirildi? 

Elbette kaçarı yok. Böylesi bir savunma biçimi, dün o sözleri söyleyenler hakkında bir samimiyetsizlik hükmüne ulaşmayı makul, halkı ve meşru hale getiriyor.

Yok eğer o sözler dün gerçekten samimiyetle söylenmiş ve o imajlar inanarak oluşturulmuşsa, bugün ya gereğinin yerine getirilmesi veya getirilen eleştirilerin haklılığı kabul ve teslim edilerek içtenlikle özür dilenmesi gerek… Kimlerden? O sözler, imajlar ve izlenimler ile yanıltılan, tercihleri etkilenen, hayal kırıklığı yaşatılan herkesten ve özellikle Filistinlilerden… 

Çünkü iddia ile olgu, imaj ile hakikat arasındaki uçurum ‘reelpolitik’ apolojileri ile örtülemeyecek kadar derin. Ödettiği bedeller ise vicdanı olanın hazmedemeyeceği kadar ağır. 

Ne yazık ki, ne bu ülkede, ne de başka bir Müslüman diyarda politika yapıcılar kendi halklarına ve Filistinlilere Filistin’in meselesini çözecek güçten mahrum olduklarını asla söylemediler (bu arada not düşmüş olayım: ‘Filistin’in meselesi’ ifadesini bilhassa dikkat ederek kullanıyorum. Çünkü ‘Filistin meselesi’ diye bir mesele yok, zira Filistin’in kendisi ‘mesele’ değil. Ama Filistin’in işgal ve soykırım diye bir meselesi, işgalci zalim siyonist entite ve onun küresel hâmileri diye de bir meselesi var). Filistin lehine ve hatta adına söylem üreten bütün o politika yapıcılar, küresel siyonist çete karşısında elleri kolları bağlı birer kağıttan kaplan mesabesinde olduklarını da söylemediler. Bilakis her biri açısından, Filistin’in hâmisi görünümü vermek her zaman için kendi pozisyonlarını tahkim etmenin en güçlü araçlarından biri olarak görüldü ve sonuna kadar kullanıldı. ‘Büyüklenen devlet’ten ibaret olunduğu söylenmeden, Filistin’in meselesini de çözecek ‘büyük devlet’ ve ‘dünya lideri’ imajları ve söylemleri üretildi meselâ. 

“Biz kaybedersek Filistin kaybeder, Gazze kaybeder” söylemi içeren kampanyalarla seçimler, mevkiler kazananların, ‘Gazze kaybederken’den de öte, Gazze’nin kendisi tamamen yok olup giderken eylemsizliklerini ‘reelpolitik’ söylemiyle meşru ve mazur göstermeye ne kadar hakları var?

Filistinliler, özellikle de Gazze’deki karar alıcılar Müslüman dünyadaki politika yapıcıların hakikati olmayan o imajlarına aldanmış, vâkıaya mutabık olmayan o iddialarına inanmış; böylece uluslararası şartları gerçekçi olmayan bir şekilde değerlendirip, meşruiyeti olsa bile o an için yanlış bir adım atmaya cesaretlenmiş olabilirler mi?

Diyeceğim o ki, meşhur atasözünün iddia ettiğinin aksine, söz uçmaz. Söz kalır ve her bir söz eylemle yahut eylemsizlikle sınanır. Her sözümüz ve iddiamız bize bir ahlâkî sorumluluk yüklediği gibi, bile isteye ürettiğimiz her imajın ve uyandırdığımız her izlenimin de bir sorumluluğu vardır.

O halde, sözün gereğinin yerine getirilmesini beklemeye hakkımız var. Bu yapılamıyorsa, en azından, samimi bir özür, özeleştiri ve itiraf duymamız gerekiyor…

- Advertisment -