2024’ün 21 Ağustos’unda evine çıkan patikada, komşusu Nevzat’ın tam evinin önünden geçerken kaybolup 19 gün boyunca bulunamayan, daha sonra komşusu tarafından gömüldüğü ortaya çıkan Narin Güran’ın katilinin bu komşunun bizatihi kendisi olabileceğini; içinde Serbestiyet, iki parlamenter, üç beş gazeteci, yazar, muhabir ve sayısı yüzü bile bulmayan bir gönüllü grubuyla bu ülkeye anlatma çabamızın beyhude olduğunu 29 Aralık günü Yargıtay’dan gelen haberle öğrenmiş olduk. Dreyfus davasına dönen ama öyle bitmemiş gibi duran bu hikayede henüz gelen talimatlara direnebilecek işinin namusunu sökülecek rütbelerine tercih eden bir Yarbay Georges Picquart’a denk gelemedik, burası Türkiye.

Yüksek ihtimalle pedofil bir katil olan komşunun kendini bir çocuk cinayetinden tereyağından kıl çeker gibi sıyırmasının önünü açan bir milletin korkunçlu seks hikâyelerine olan merakına; bu hikâyelerin elini ayağını düzeltip bu millete tekrar damardan veren çürümüş medyaya ve bütün bu rezaleti düzeltmek vazifesiyken bunları kendi beceriksizliğini örtmenin fırsatı gibi gören bir devlete tahliller dizecek değilim. Bir zamanlar Nevzat’ın o kindar kafasının içine bile girip çıktık, cinayet mahallinin her açıdan fotoğrafını çektik; o fotoğraflar bile sarardı, bazıları çoktan kaybolup gitti.

19 Eylül 2024’te Ankara’dan Diyarbakır’a üç tanık koruma programı uzmanı geldi. Bunların görevi elbette zanlılarla ifadeleri üzerine bir pazarlık yapmak değildi; zaten bu hukuki de olmazdı, elbette bu savcıların işiydi. Aslında ortada tanık olmak isteyen ve korunmasına ihtiyaç duyulan tek bir kişi bile yoktu. Bu üç kişi Diyarbakır Cezaevi’ne uğradılar ve oradan ayrıldılar. Girip çıkmalarıyla Nevzat’ın başına saksının düşmesi bir oldu (sanırım çıkarken kapıyı sert vurdular da saksılar düştü). Nevzat Bahtiyar ifadesine o en meşhur son şeklini verip, ifadeyi devletin el emeği göz nuru icadı meşhur Dar-Baz isimli hukuki sahte deliliyle uyumlu hâle getirdi. Bu ifade değişir değişmez, bu üç kişi de muhtemelen ciğer ve ayranla şişip ekşimiş midelerine biraz da kadayıf iyi gider deyip Ankara’ya döndüler. Sadece üç gün kaldılar. Ve ondan sonrası, “daha fazla görmek istemeyenden daha kör yoktur’u”, “duymak istemeyenden daha sağır bulunamaz’ı”ı oynayan bir hâkimler-savcılar-mübaşirler hikâyesi.
Yukarıda geçen 132 kelimede üç kişinin ağırlaştırılmış müebbetle hayat ışığının söndürüldüğü kumpasta, Anayasa’nın ikinci maddesinde yer alan “Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir hukuk devletidir” cümlesindeki ne hukuk, ne çoktan rafa kalkmamış da zaten hiç gelmemiş demokrasi, ne de devlet var gibi görünüyor. Hukukla, demokrasiyle alakasını çoktan kesmiş ülkelerde insanların teselli bulduğu, övündüğü bazı ayrıcalıklar vardır: suç oranının azlığı ve adi bir suçta sistemin sizi kesinlikle koruyacağına dair güven.
Güney Amerika’da kendinizi en güvende hissedeceğiniz şehir Havana, Orta Doğu’da Riyad olabilir; Uzak Asya’da Pyongyang’da ise elli yıldır kapıların önünden bir terlik bile çalınmamıştır, rahatlıkla gidebilirsiniz.
Türkiye tabii ki demokratik bir hukuk devletidir; elbette Recep Erdoğan bizim devletlu padişahımız değildir. Öyle olsaydı cuma selamlığına gelir, biz de orada derdimizi anlatabilirdik. Böyle mesnetsiz iddialar peşinde değiliz.
Hem padişahlığa heves etmişse bile bunu biraz mazur görmek gerekir; şahsen biri kışlık, biri yazlık üç sarayım olsa, bu mekânları gidip Anıtkabir’de barış görüşmelerini protesto diye “Andımız” okuyan birilerinin oylarıyla terk etmeyi ben de kendime yediremeyebilirdim.
Her neyse, konumuz bu değil. Alacağı risk en fazla görev yeri değişikliği olacak bir tavrı bile gösterememiş, bu hayatta tek yapması gereken iş adil birkaç karar vermekten ibaretken bunu bile becerememiş hâkimlerin, savcıların olduğu bir memlekette kim kime ahlak dersi verebilirdi ki? Padişahlığa heves, bu hırsların en yumuşağıydı.

Madem ki memleketimizde hukuk var, madem ki mahkemeler tıkır tıkır işlemekte; neyi geveliyoruz, sadede gelelim. Evet, hukuk var ama bu defalık bir şeyler gözden kaçtı diyelim ,işler rayında gitmedi diyelim.
Yukarıda söz ettiğim iki parlamenterin de mensubu olduğu DEM Partisi maalesef olayın ilk zamanlarında meselelere yoğun ideolojik ezberlerle yaklaşarak, “her şey politiktir” zehirlenmesiyle; maktulün köylü bir kadından fazlası olmayan annesi dâhil bütün aileyi suçlayarak köyü hedef göstererek, yürüyüşler tertip edip “Jin, Jiyan, Azadî” diye haykırarak bu hikâyenin en acılı kadınının yaşamının da, kadınlığının da, özgürlüğünün de yok edilmesine alet oldu.
Fakat kendilerinde suçluların telaşını gördüğümüz Yargıtay kararıyla her şeye nokta koyduklarını zanneden kumpasçılara karşı bir şeyler yapabilecek tek parti de şu an DEM Partisi, şu ara selamlıkta derdini anlatma ayrıcalığı olan Türkiye’nin tek partisi.
En özet ve basit hâliyle, yüz yıl sonra Kürtlere huzur gayesiyle devletle görüşmeler yapan parti, şu an belki de en acılı, en huzursuz Kürtler olan Yüksel Güran ve Arif Güran’a bunu borçlu.
Bir zamanlar kendilerine karşı eylem düzenlemeye kadar vardırdıkları bu köyün meselesi, şimdilerde bir üçüncü sayfa haberi diye görmezden gelinemez. Legal Kürt hareketi, kızlarını katleden feodal vahşiliğin timsali değil ama Kürtlere karşı yüz yıllık önyargılardan ibaret bir aptallığın kurbanı olan bu insanların artık sapına kadar hakiki politik olan bu meselesini çözmek zorundadır.
Kendilerine siyasetçi, avukat, gazeteci, çocuk hakları bilmem ne derneğinin nesi gibi sıfatlar yakıştırıp hayatlarında hiç görmedikleri bir çocuğu, onu el bebek gül bebek büyüten annesinden ve babasından daha çok savunduğunu hatta sevdiğini iddia eden ucuz ahmaklığa gelince; şu tek satırlık cümleyi yazarken bile içimdeki tiksintiden yüzüm sirkeci dükkânına döndü, burada keseyim.

Şu mazlum köylüleri elimizden geldiğince savunmamıza rağmen suçlu ve mahcup hissetmek yetmezmiş gibi bir de bu insanları şu vaziyete sokup birkaç günlük rezil olmaya bu vicdani yükü hayat boyu taşımayı tercih eden yüreksizlerle 2026 yılında da bu güzel dünyayı paylaşacak olmanın çaresizliğini duyuyoruz. Diyarbakır şu günlerde çok soğukmuş ama herkes kar neşesiyle cıvıl cıvıl mutlu; Baba Arif Güran eksi -15’leri bulan havaya rağmen 133 gündür dünyanın en demokratik ülkesindeymiş gibi bir plastik sandalyede gayet mülayim adalet nöbeti tutarken, eşi ve oğlunun kızının katlinden aklanmasını beklerken Yargıtay’ın kararı geldi sanıyorum şimdi üzerine yağan karlar simsiyah.













