6 Ağustos 2020 uzun yıllar hatırlanacak bir tarih olarak şimdiden kayıtlara geçti. Birkaç hafta öncesine kadar aylar boyunca 6.85 civarında çakılıp kalmış olan dolar kuru sadece bir gün içinde önce 7 seviyesini aştı, hızla yükselerek 7.30 rakamını dahi gördü. Piyasaların kapanması sırasında kısmi bir gevşeme yaşandı, bu satırların yazıldığı gece saatlerinde dolar kuru 7.24 seviyelerinde seyretmekteydi. Ben Türkiye’nin bu noktaya gelirken yaşadığı süreçlerin ileride üniversitelerin ekonomi bölümlerinde ders olarak dahi okutulabileceğini düşünüyorum. Türkiye özellikle 2016 sonundan itibaren bugünlere kadar gelen süreçte dünyaya “bir ekonominin çok yanlış yönetilmesi”nin somut bir örneğini sunmuş oldu. Ekonomi bütünlüklü bir stratejiden mahrum ve tutarsız kararlarla, çok berbat bir şekilde yönetildi.
Türkiye’de siyasetin önemli ölçüde tarafgirlik ekseninde yapıldığı hepimizin malumu. Eleştirel destek bile bizde epey nâdir rastlanan bir cevher; yöneticilerin tasarrufları sebebiyle sorumluluk üstlenmesi de bizim için erişilmesi imkânsız, serap gibi birşey. Dövizin son dönemlerde çok sıkıştığını dikkatli gazete okuyucuları dahi biliyor ve görüyorlardı. Kriz bağıra bağıra, göstere göstere, geliyorum diye diye geldi. Buna rağmen iktidarın bu durumdan ders çıkaracağını ve kendine çeki düzen vereceğini ummak boşuna. İktidar yanlısı kamuoyu figürlerinin de sosyal medyada #BeratAlbayrakYalnızDeğildir etiketine mesaj yetiştirmeye çalışmaları tasın, hamamın ve de tellağın değişebilecek gibi olmadığını gösteriyor.
Bütün ekonomi ekollerinin üzerinde mutabık olduğu çok az ekonomik argüman ve/ya hipotez vardır, bunların en başta geleni de fiyatların arz-talep dengesine göre belirlenmesidir. Mekanizma basit: talep çok, arz kıt ise fiyatlar yükselir; talep az ve arz bol ise fiyatlar düşer. Türkiye tarihsel olarak kapital fakiri ve döviz üretme kapasitesi düşük bir ülkedir, Türkiye’nin tarihi boyunca yaşadığı bütün ekonomik krizler ülkenin girdiği döviz darboğazının bir sonucu olarak ortaya çıkmış veya başka sorunlar döviz darboğazına eşlik etmiştir. Bu tespiti imparatorluk dönemine kadar da geri götürebiliriz, Osmanlı’da da durum aynıdır. İktidarın özellikle –bana göre– son 5 senelik politika tercihleri Türkiye’nin döviz üretme kapasitesini zayıflatmış, bilhassa son 2-3 yıllık çok yanlış ve tutarsız ekonomi yönetimi ülkenin döviz rezervlerini hızla eritmiştir. Türkiye’nin döviz rezervleri eridikçe dolarizasyon süreci süratlenmiş, vatandaşın dolara talebi artmıştır. Böylelikle içine girilen bu sarmal rezervlerin erimesini hızlandırmış, ekonomi yönetimi mantık ve rasyonalite ile, şeffaflıkla ve uluslararası standartlarla bağdaşmayan tutarsız tasarruflarla bu süreci durdurabileceğini zannetmiştir.
Doların artmasının en temel sebebi Türkiye’deki “ekonomik öngörülebilirlik”in düşük olmasıdır, piyasaların tedirginliğidir. İnsanlar önlerini göremedikleri, işlerin nereye varacağını kestiremedikleri için dolara yönelmişlerdir. Yurtiçi yerleşiklerin, yani yerlilerin bankalardaki mevduatları toplamı son 2 sene zarfında 50-55 milyar dolar kadar artmıştır. Sadece son 6 ay zarfında Türkiye’den çıkan yabancı sermayenin 12 ilâ 15 milyar dolar civarında olduğu hesaplanmaktadır. Türk özel sektörünün son 2 sene zarfında döviz yükümlülüklerini yaklaşık 60 milyar dolar azalttığını da biliyoruz. Bu veriler, son birkaç sene zarfında Türkiye’de döviz talebinin yüksek olduğunu gösteren verilerdir; bu yüksek talebi karşılayacak yüksek bir arz yoksa, dövizin fiyatının (yani döviz kurunun) yükselmesi kaçınılmazdır, serbest kur rejiminin gereği de budur. Fiyatların piyasada serbestçe ve arz-talep dengesinin gerektirdiği şekilde belirlenmesi ekonominin daha yüksek bir kur seviyesiyle dengeye gelmesini temin edecektir. Ancak ekonomi yönetimi temelde siyasi gerekçelerle dövizin yükselmesine izin vermemiş, gizli/örtük bir sabit kur politikası izleyerek döviz kurunu düşürmeye ve sabit tutmaya çalışmıştır. Bunu yapabilmek için Merkez Bankası’nın rezervleri şeffaflıkla ve uluslararası standartlarla bağdaşmayacak şekilde ve arka-kapı teknikleriyle kamu bankaları üzerinden satılarak eritilmiştir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan faiz sebep, enflasyon sonuçtur şeklindeki fantastik iddialarıyla Merkez Bankası’nın eski başkanı Murat Çetinkaya’yı geçen senenin Temmuz ayında görevden aldı. O zamandan bu yana bir taraftan agresif faiz indirimleri gerçekleşti, bir yandan da kuru zaptedebilmek için Temmuz 2019’dan bu yana –yani sadece 1 yıl içinde– Merkez Bankası’nın rezervleri hızla eritildi. Merkez Bankası’nın eriyen rezervler yerine SWAP yoluyla borç aldığı dövizleri koyması ve rezervlerin erimesini bazı bilanço teknikleriyle gizlemeye çalışması sebebiyle tam-net bir hesap yapılamamakla birlikte geçen yıl başından beri düşük kurlarla eritilen döviz rezervinin 100 milyar doları aştığı anlaşılmaktadır. Bu arada Merkez Bankası’nın şeffaflıkla bağdaşmayan tasarrufları ekonomi yönetimine duyulan güveni azaltarak ekonomik öngörülebilirliği zayıflattı. Türkiye’de konvansiyonel medyanın önemli ölçüde iktidar kontrolüne girmiş olması sebebiyle konular kamuoyunda şeffaf şekilde tartışılamadı, bu tür konular ancak yabancı medya tarafından gündem yapılabildi. Öte yandan kamu bankalarının kasasındaki dövizler de izlenen gizli sabit kur politikası gereğince satıldı; bütün bu tasarrufların sonucu olarak kamu bankalarının döviz açık pozisyonu 10 milyar dolar, Merkez Bankası’nın döviz açık pozisyonu ise 45 milyar doları aştı. Yani, Merkez Bankası’nın ve kamu bankalarının kasalarındaki dövizlerin satıldığı yetmezmiş gibi üstüne borç olarak alınan dövizler de satıldı. Rezervlerin erimesi piyasalardaki tedirginliği arttırdıkça yabancı yatırımcıların Türkiye’den çıkması ve yerlilerin dolara yönelmesi hızlandı; yabancı portföy yöneticilerinin Türkiye’ye ilişkin iştahları da azaldı; iş sonunda bir sarmala döndü, rezervler azaldıkça döviz talebi daha da arttı.
Dövize yönelik talebi iyice körükleyen faktör, yılbaşından –ve özellikle pandemi sürecinden bu yana– kredilerde yaşanan büyük artış oldu. İktidar yıllıklandırılarak hesaplanması durumunda yüzde 50’lere ulaşan kredi artışı ile ekonomiyi toparlayabileceğini düşündü; ancak bu kredi artışı Türkiye’deki siyasi ve ekonomik öngörülebilirliğin düşük olması sebebiyle döviz talebini arttırdı. Mülkünü satan dolara döndü, iç piyasada oluşan büyük talep de yerli üretimden ziyade ithalatı (dolayısıyla cari açığı) arttırıcı özellikte olduğundan dövize talep buradan da arttı. Daha önce Serbestiyet’te yayınlanmış olan uzunca bir yazıda ani ve hızlı kredi artışının ekonomiyi iyi bir yere götürmeyeceğini ayrıntılı olarak etüd etmeye çalışmıştım; sonuç olarak değişik sebeplerle dövize olan talep arttı ama iktidar bu artışın döviz fiyatını (yani döviz kurunu) yükseltmesine izin vermedi. Türkiye gibi döviz açısından kırılgan ve döviz açığı olan, ayrıca ekonomik ve siyasi öngörülebilirliğin düşük olduğu bir ülkede döviz likiditesini arttırmadan piyasaya kredilerle ani/hızlı para pompalayınca, yani TL bollaşınca bol TL’nin ucuzlayıp kıt doların pahalanması kaçınılmazdı. İktidar döviz satarak döviz talebini durdurmaya çalıştı; ancak bu yaklaşım işe yaramadığı gibi döviz rezervlerinin erimesi döviz talebini daha da arttırdı. Yani iktidarın döviz rezervlerini eriterek döviz kurunu kontrol altına alma stratejisi, gerçekte, döviz kuru üzerindeki baskıyı arttırarak maksadının tam tersi bir sonuç üretti.
Türkiye 24 Ocak 1980’de açık ekonomi modeline geçmiştir. Sermaye hareketleri serbest ise, ekonomik politika tercihleri açısından imkânsız üçleme veya üçlü açmaz olarak bilinen durum gündeme gelir. İngilizcede impossible trinity veya trilemma olarak bilinen bu ilkeye (veya hipoteze) göre, sermaye hareketleri serbestliği ile döviz kurunun ve faizlerin aynı anda kontrolü mümkün olamaz. Döviz ve faizle ilgili her politika tercihinin ayrı ayrı sonuçları vardır; faizler baskılanırsa dövize talep artar. Faizler ve kur aynı anda baskılanır ise bu durumda da para (sermaye hareketleri serbest olduğu için) ülke dışına kaçar; bir müddet sonra kamu kontrolleri etkisizleşir ve aynı anda hem faizler hem de kurlar patlar. İktidarın aynı anda hem dövizi kontrol etme hem de faizleri düşük tutma hedefinin başarılması zaten mümkün değildi. İktidar savunulması mümkün olmayan bir noktayı muazzam cephane israfıyla korumaya çalıştı. Fransa’nın II. Dünya Savaşı öncesinde Alman askeri tehdidine karşı tedbir olarak düşündüğü ve muazzam bir masrafla inşa edilen devâsâ ama mantıksız Majino Hattı nasıl hiçbir işe yaramadı ise, iktidarın akıl-mantıkla ve rasyonalite ile zerre alakası olmayan politika tercihleri de sonuçsuz kaldı, fiyaskoyla sonuçlandı. İktidar kuru düşük tutabilmek için Türkiye’nin döviz rezervlerini bozuk para gibi harcayıp eritti; ekonomi yönetimi cephaneyi sıktıkça –yani döviz rezervleri eridikçe– ekonomik öngörülebilirlik iyice zayıfladı ve döviz talebi daha da arttı. On milyarlarca dolar rezervin eritilmesine rağmen dolar kuru son 1 yıl içinde yüzde 30 ila 35 civarında arttı. Eğer döviz kurunun serbest piyasada, arz ve talep dengesine göre oluşmasına izin verilseydi, benim şahsi kanaatim odur ki döviz kuru bugünkü seviyesinden daha yukarıda olmazdı. Rezervler yüksek olduğunda spekülatif döviz talebi de bence oluşmazdı, iktidar çok büyük döviz rezervini maalesef anlamsız ve irrasyonel bir saplantı uğruna hebâ etmiş durumdadır.
Konuya ayrıca global siyaset açısından da bakmak gerektiği düşüncesindeyim. Türk ekonomisini fonlayan kapital takribî yüzde 70 Batı kaynaklıdır. Türkiye’nin ihracat pazarlarının da yaklaşık yüzde 60’ı Batı pazarlarıdır. Son dönemde Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin gerilimli olmasının Türkiye’ye bir menfaat sağladığı kanaatinde değilim. Global likiditenin çok bol olduğu bir ortamda Türkiye’nin döviz darboğazından çıkacak imkânlara ulaşamaması siyasetle doğrudan ilgili bir durumdur. Batı ile ciddi ihtilaflarımız olabilir; ancak gerek finans, gerek teknoloji, gerekse pazar olarak Türkiye için görünür gelecekte Batı’nın alternatifi yok. Bunu söylemek, “Batı’yla ihtilaflarda güçlüye boyun eğelim” demek değildir. Türkiye’nin menfaatlerinin Batı ile “açık çatışma”ya girerek değil; “ince siyaset”le Batı içinde müttefikler bularak ve Batılı güçlerin kendi arasındaki ihtilaflar üzerinden bir denge oluşturarak korunabileceğini düşünüyorum. Türkiye’nin meselâ Rusya ve Çin gibi Batı-dışı büyük güçlerle ilişki geliştirmesi tabii ki yanlış değildir; Türkiye’nin son zamanlarda ekonomik olarak özellikle Çin’den ciddi beklentilere girdiğini görüyoruz. Bu tür ilişkilerin gelişmesi, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini de daha sağlıklı bir zemine getirir. Ancak Çin veya Rusya vizyon, kapital, teknoloji veya pazar olarak Türkiye için Batı’nın alternatifi olamaz. Türkiye’nin yapması gereken, Batı ile mevcut ilişkilerini sürdürürken başka ülke ve gruplarla ilişkiler geliştirmek; finans/teknoloji kaynaklarını ve pazarlarını çeşitlendirerek güvenlik risklerini azaltmak olmalıdır. Türkiye’nin doğal zenginliği ve birikmiş kapitali yok. Ülke olarak kapital, teknoloji ve pazar ihtiyacımız var. Ekonomik açıdan milli menfaatlerin korunması hamâsetle mümkün değildir; milli menfaatler sermaye, teknoloji ve pazar çeşitlendirmesini mümkün kılacak bir “ince siyaset”le olur.
Türkiye’nin siyasi ve ekonomik problemlerinin birbirine girmiş olduğu kanaatindeyim. Araştırmacı Rıza Yıldırım’ın geçen gün sosyal medya mesajında belirttiği üzere “Din, ideoloji ve hamasetin ‘para etmediği’ bir alan varsa o da finans piyasasıdır.” Ortaya çıkan tablo hamaset söylemleriyle veya otoriter baskılarla bir süreliğine gizlense de TL’nin değeri, CDS primi ve Türkiye’ye yapılan yabancı sermaye yatırımlarının azalması gibi barometre görevi gören göstergeler durumun ciddiyetine net bir ışık tutmaktadır. Türkiye mevcut şartlar altında kurun yükselmesine izin vermek veya TL faizlerini ciddi şekilde arttırmak alternatiflerinden birisini seçmek zorundadır. Türkiye’nin ekonomik krizinin salt ekonomik pek çok sebebi de olmakla birlikte, bu kriz aynı zamanda bir siyaset ve yönetim krizidir. Türkiye halihazırda dışarıya borçlanarak inşaat yapmaya ve iç tüketime dayalı bir ekonomik program izlemektedir. Sürdürülebilir ve kaliteli bir büyüme için Türkiye’nin bu modeli terkedip rasyonaliteye, verimlilik artışına ve ihracata dönük üretime dayalı yeni bir ekonomik modele geçmesi gerektiği kanaatindeyim. Lakin Türkiye’nin öncelikli olarak siyasi krizini aşmadan ekonomik krizini aşabilmesi ve sürdürülebilir yeni bir ekonomik model geliştirebilmesi bana pek gerçekçi ve mümkün gelmiyor. Bu durumda ekonomik kaos bir müddet daha devam edecek, sıkıntıların bedeli yine vatandaş tarafından ödenecektir. Türkiye’nin gelmiş olduğu noktanın sorumlularına siyasi bir fatura kesilip kesilmeyeceğine ise zamanı geldiğinde vatandaş karar verecektir.