Ana SayfaYazarlarEşref Kolçak anısına

Eşref Kolçak anısına

 

Eşref Kolçak, Türk Sinemasının ilk oyuncu kuşağından sayılır. Çocukluğumuzda gittiğimiz filmlerde nedense annelerimizden çok babaların takdir ettiği bir artistti. Jön değil güçlü bir karakter oyuncusuydu. İlk filmi Fedakâr Ana’dan (1949) başlarsak, 2018’lere kadar sinemadan kopmadı. Kısa bir süre önce TRT2’de Hülya Koçyiğit’in konuğuydu. Çalışmamız lazım, yaşımıza uyan senaryolar neden gelmiyor, işimizin başında ölmeliyiz diyordu mealen. Allah rahmet etsin, vefatıyla toplum hayatımızda da bir dönem kapandı sanki. Televizyon, cep telefonu, internet ve daha birçok şeyin olmadığı, dijital evrenden uzak zamanların beyazperdesindeki güçlü imgelerdendi. Bu vesileyle hatırlattığı eski dönemin yaşantısından birkaç parçayı anayım.   

 

                                                                 ***

 

TRT resmen 1964’te kuruldu. Almanya üzerinden yayın yapılıyordu. Karıncalanmış haldeki siyah beyaz görüntülerin heyecan verici akışını, ninelerimizin erkek haber spikerlerinin bizi görebildiklerini düşünüp tedirgin olmalarını hatırlarız yaşı tutanlar. İstiklal Marşı okunup da görüntü düzeltme için kullanılan yuvarlak çıkana kadar seyretmeler. Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele’si, abartılı yanları varsa da, televizyonun toplumda yarattığı fırtınayı iyi yakalamış bir filmdir. Oldukça pahalı olan ve hayırlı olup olmayacağı hakkında kuşkular bulunan bu aleti bulundurduğumuz için çoğu akşam misafir ağırlar, birlikte seyretmenin hazzını yaşardık.

 

Eve telefon bağlatmak da yıllar sürerdi. Öncelikli mesleği olan biri varsa büyük şanstı doğrusu. Ağabeyim doktor olunca bile aylar sürmüştü telefona kavuşmamız. Her dem yakınlarıyla konuşmak için gelen komşular ahbaplar olurdu, santrali beklerken kahveler içilirdi. Biz çocukların ne kadar çok kitap okuduğumuzu hatırlıyorum. Ancak böyle hayallerimizi harekete geçirir, bilmediğimiz ülkelerde gezinip farklı insanların ahvaline aşina olurduk. Bizi malumata boğan ama çaresiz bırakan, derinleşmekten uzaklaştıran akıl çelici gelişmeler henüz ufukta görünmüyordu. Ayfer Tunç’un Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek kitabındaki gibi çocukla haber yollanır, komşulara eşe dosta akşam oturmasına gidilirdi. Bazen de buna gerek olmadan çat kapı misafir gelirdi. Ailece asude Ankara akşamlarında gezintiye çıkacak dondurma yiyip sohbet edecek yürek varmış.

   

                                                                    ***

 

Annem mutfakta işlerini yaparken, tığla çeyizimize masa örtüleri örerken radyo tiyatrosu dinlerdi. Alberto Moravia, Federico Garcia Lorca isimleri kulağımda çınlıyor. Oyun yazarları dışında ünlü edebiyatçıların eserlerinden de uyarlamalar yapılırdı. Harika tiyatrocuların, seslendirme sanatçılarının canlandırdığı oyunlar daima en heyecanlı yerinde kesilir “arkası yarın”a bırakılır. O zamanın imkanlarıyla yağmur, fırtına, kapı gıcırtıları, çatal bıçak sesleri, kedinin devirdiği çanak çömlek gürültüleri nasıl elde edilirdi muamma. Efektörlük mesleğinin son neferlerinden dinlemek lazım, bir belgeselde anlattılar. Bize ânı sesle yaşatan kahramanlar.  

 

Küçükesat’taki Karınca Sinemasında çarşamba günleri kadın matinesi varsa gidilmesi lazım. Vizyon ve güncellik gözetilmezdi. Eski filmler de yeni gibi sil baştan gösterilirdi. Güzelce giyinir süslenir sinemaya giderdik. Hülya hanımın gözlerinin kör olmasına, Ediz Hun’un yanlış anlaşılma yüzünden sevdiği kadına kavuşamamasına hulusi kalple inanıp mendiller dolusu ağlamadım desem yalan olur. Fikret Hakan, Cüneyt Arkın, Filiz Akın derken Ayşecik girmişti hayatımıza. Ayşeciğin bütün filmlerini izlemişimdir. Eğer iki film birdense bolca mendil alıp gitmek gerekirdi. Hayaller ve gerçekler arasında bir yerden eklendiğimiz akıl almaz hayatlar içinde iki saat yüzerdik.

 

                                                                     ***

 

Bir gün babam bizi yazlık sinemaya götürdü. Yerler çakıl taşı, tahta sandalyeler yukarıda gökyüzü ve yıldızlar. Ay lamba gibi tepemizde. Filmin adı Boş Beşik, Fatma Girik, Tugay Toksöz. Orhan Elmas’ın Necati Cumalı’dan uyarlaması, sene 1969. Yaylalarda gezen bir göçer aşiretinin lideri çok sevdiği kadından yıllar sonra evlat sahibi olur, annenin bir anlık gafletinden istifade, beşikteki bebeği kocaman bir kartal alıp kaçar. O zamanların seyircisi; adam yalancılara kanıp karısını terk edince yuhalıyor, kıl payı yetişip bir cinayeti önleyen, suçluyu yakalayan polisler çılgınca alkışlanıyor. Transistörlü radyosunu kulağına dayamış cızırtılar içinde radyo dinleyen babamın verdiği rahatsızlık boşuna değil. İnsanlığın neredeyse üçte birinin naklen izlediği, dinlediği bir olaya tanıklık edilirken sinemadayız. Romantizmin, gizemin, kutsallığın simgesi Ay’ın karizması çizilmekte, insanoğlu o an itibariyle tepemizde parıldayan ışığa ayağıyla basmakta. Neil Armstrong’un “dünya için küçük insanlık için büyük adım” dediği 20 Temmuz 1969 akşamı. Biz sinemaseverler içinse kurgu gerçekten evladır ve kartalın bebeği kapma anı her şeyden daha gerçektir. Biri perdeyi önümüzden çektiği an yok olacak hayal, akıl almaz bir büyü yaratmaktadır çünkü. Sinema tuhaf bir şey.

- Advertisment -