DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, 5 Eylül’de İstanbul-Avcılar’da bir konuşma yaptı. O konuşmasında, özetle dört önemli mesaj verdi:
Bir, mevcut iktidarla vedalaşacağız ama ülkeyi rövanştan beslenen azgın bir azınlığın eline bırakmayacağız.
İki, milli bayramlar üzerinden dindarların sınava çekilmesini kabul etmeyeceğiz.
Üç, çarpıtılmış bir laiklik anlayışıyla hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına müsaade etmeyeceğiz.
Ve dört, nöbetleşe zorbalık kısırdöngüsünü kıracağız.
Babacan’ın bu konuşması iki açıdan değerlendirilebilir:
İlk açı, DEVA’nın siyasi olarak konumlanmasıyla alakalıdır. Babacan bu konuşmasıyla doğrudan, AK Parti ile arasına mesafe koyan ama henüz başka bir partinin de seçmeni olmayan kararsızları hedef aldı. Eşyanın tabiatı gereğidir bu; çünkü DEVA bu kitlenin içinden çıktı, onları yakından tanıyor ve duyarlı oldukları meseleleri iyi biliyor.
Bu kitlenin “kararsız” olmasının başlıca nedeni; AK Parti iktidardan düştüğünde, elde edilen kamusal kazanımların kaybedileceği endişesidir. Babacan, bu endişeyi gözeten ve bertaraf etmeyi hedefleyen bir dil kurdu. Seçmene “Kazanımlarınızın korunacağından emin olun. Salt, kaybetme korkusundan ötürü AK Parti’ye mahkûm değilsiniz. Bütün vatandaşların olduğu gibi sizin de hak ve hürriyetleriniz demokratik siyasetin teminatı altında olacaktır. Onları her hal ve şart altında savunacağız; eğer biri onlara el uzatmaya cüret ederse ilk önce karşısına biz çıkacağız” mesajını verdi.
Bazı yorumlarda dile getirilenin aksine bu söylem, AK Parti ile yakınlaşma isteğini yansıtmıyor. O defter çoktan kapandı. Babacan, AK Parti’nin kurumsal yapısıyla değil AK Parti’nin tabanıyla yakınlaşmaya, onlarla daha doğrudan bir ilişki kurmaya çaba sarf ediyor. Şüphesiz bu çaba, hem bugüne hem de post-AK Parti dönemine ilişkindir.
CHP’ye derin bir şüpheyle bakan ama AK Parti’den de rahatsız olan dindar-muhafazakâr seçmenle direkt ve yoğun bir temas kurmak, DEVA için doğru bir stratejidir. Zira DEVA’nın siyasi konum inşasında bu seçmen kitlesi en önemli role sahip olacaktır. Dolayısıyla Babacan, siyaseten doğru bir iş yaptı.
Her mahallenin azgın azınlığı
İkinci açı, bazı muhaliflerin Babacan’a gösterdiği tepkidir. Babacan’ın konuşmasında kullandığı “laiklik ilkesini çarpıtan zihniyet”, “milli bayramlarda dindarları sınava çekme”, “rövanştan beslenen azgın azınlık” ve “nöbetleşe zorbalık” ifadeleri, seküler kesimde -deyim yerindeyse- bir çeşit infiale yol açtı.
Doğrusu, ortada infiale kapılacak bir hal göremiyorum. Çünkü:
Türkiye’nin tarihi gerçekliğine gözlerini kapatmayan herkes, laikliğin, dindarların temel haklarını bastırmak için çarpık bir biçimde uygulandığını kabul eder.
Milli bayramlar vesile kılınarak dindarların sigaya çekildiği de bir sır değil. Nihayetinde Cumhurbaşkanlarının, başbakanların ve bakanların eşlerinin resmi törenlere alınmadığı, ordu evlerine giremediği günleri hatırlamak için çok gerilere gitmeye gerek yok!
“Azgın azınlıklar” da bu ülkenin bir gerçeği, maalesef.Babacan’ın mesajını gölgelemesi ihtimalinden ötürü siyaseten bu ifadenin kullanılıp kullanılmaması tartışılabilir elbette ama sosyolojik olarak her mahallede bir azgın azınlığın olduğu inkâr edilmez. Üzerindeki çarşafı yırtarak kadını özgürleştirdiğini düşünenler… Olanak bulsa bütün kadınların başını örtecek olanlar… Elinden gelse Kürdün adını kazıyacak olanlar… Kürt’ü duyduğunda diş bileyenler… Alevileri “sapkın” sayanlar… Sünnileri otomatik olarak “gerici” diye kodlayanlar…
Ezcümle her kesimin içinde, gücü ele geçirdiğinde diğerlerini -özellikle de baş karşıtı veya baş düşmanı olarak bellediğini- bütün haklarından mahrum etmek isteyenler var. Yadsınamaz bir olgu bu!
Keza, Türkiye’nin siyasi tarihinin bir “nöbetleşe zorbalık” tarihi olduğu da izahtan vareste olsa gerektir. İktidar makamına oturan, belki bir süre kapsayıcı davranmış, ama ardından seleflerini bir bir “öteki” kılmıştır. Mağdur ve mazlum olanların kimlikleri yer değiştirmiş ama zorbalık çemberi dönmeye devam etmiştir. Bu çember nedeniyle çözülemeyen sorunlar sürekli sonraki nesillere aktarılmış, ülke dön dolaş hep en baştan başlamak mecburiyetinde kalmıştır.
Babacan konuşmasında bu çemberin kırılması gerektiğini bildiriyor, herhangi bir rövanşist imada bulunmuyor. Aksine yedeğinde rövanşı tutan ve her cenahta alıcısı bulunan siyasi anlayışın kökünden değişmesi gerektiğini ifade ediyor. Salt dindarların değil bütün vatandaşların haklarının güvence altında olduğu, iktidarların değişmesiyle herhangi bir kesimin mağdur edileceği korkusuna düşmeyeceği bir düzenin inşa edilmesi mecburiyetine vurgu yapıyor. Aslında partiyi kurduğu günden bugüne yaptığı bütün açıklamalarda Babacan, demokrasi ve hukuku önceleyen bu perspektifi öne çıkarıyor; son konuşması da bu perspektifle uyumlu.
“Eski güzel günler”
Vaziyet bu denli berrak iken laik-seküler duyarlılıkları kuvvetli kesimlerin Babacan’ın söyledikleri üzerine kopardıkları fırtınanın üzerinde durmak lazım. Anladığım kadarıyla, bu kesimlerin Babacan’a ve -tabii ki Davutoğlu’na da- biçtikleri bir rol var. AK Parti geçmişleri nedeniyle her iki lidere şüpheli bir nazarla yaklaşıyorlar. Onlardan yalnızca AK Parti dönemini eleştirmelerini ve sorunları dile getirmelerini istiyorlar. Lakin “eski güzel günler” hakkında eleştirel bir tavır takınmalarından hazzetmiyorlar.
Babacan ve Davutoğlu, bu sınırlar dâhilinde kaldıkları müddetçe bu kesimlerin nezdinde “makbul muhalif” olarak addediliyor. Lakin sınır ihlali yaptıklarında, mesela bütün kötülüklerin AK Parti ile başladığı söylemine itiraz ettiklerinde ve eski defterleri karıştırdıklarında anında topa tutuluyorlar.
Eski müesses nizamın vesayetini çağrıştıran bu muhalefet tavrı, ahlaken de siyaseten de yanlış. Ahlaken yanlış, çünkü AK Parti’nin hataları geçmişteki hataları aklamaz. AK Parti’nin otoriterliği, geçmişteki otoriterliği meşrulaştırmaz. AK Parti’nin “günahları”, Kemalistleri; 28 Şubat, 27 Nisan veya Cumhuriyet Mitingi taraftarlarını “aziz” kılmaz.
Siyaseten de yanlış; çünkü İzzet Akyol’un dediği gibi “İktidarın ‘Yeni Türkiye’si iyi bir Türkiye olmadı ama kimse ‘Eski Türkiye iyiydi’ iddiasıyla ortaya çıkmasın.” Baskıcı ve dışlayıcı politikalarını görmezden gelip Eski Türkiye’ye güzellemelerde bulunmak, “kimlikçi tepkileri güçlendirerek bugünkü otoriterliğe toplumsal destek zemini oluşturmaktan” başka bir işe yaramaz.
Hülasa bitpazarına nur yağdırmaya çalışmanın bir manası yok…