Rusya’nın Ukrayna’ya haksız saldırısı üzerine tv’lere çıkıp da Putin’den fazla Putinci, Ruslardan daha Rus aşığı emekli asker, bürokrat, akademisyeni vs hayret ve kulaklarıma inanamayarak izlerken, aklım 1989 sonuna gitti.
Berlin Duvarının Kasım 1989’da yıkılmasından sonra Sovyet lider Gorbaçov’un ayakta tutmak için güç kullanmayacağını açıkladığı Doğu Avrupa’daki Sovyet uydusu rejimler teker teker ve süratle çökmüş ve yüzlerini Batıya çeviren demokratik rejimlerin kurulmasının yolu açılmıştı. Bu değişim nerede ise her ülkede barışçıl bir şekilde meydana gelmişti. Tek istisnası Romanya olmuştu. Oradaki eli kanlı diktatör Ceaucescu TV kameralarının önünde meydana gelen emsalsiz bir halk ayaklanması neticesinde kaçtığı yerden çıkarılarak, ayak üstü yapılan bir yargılamadan sonra kendisi kadar suçlu olan eşi Elena ile birlikte makineli tüfeklerle infaz edilmişti.
Romanya dahil bütün dünya bu olayın vahşetine rağmen Ceaucescu’ların layık oldukları sona uğradıklarını düşünürken, tek karşı gösterilerin “Ceausescu’lar ölmez” sloganlarıyla İstanbul’da yapıldığı dünya medyasının gözünden kaçmamış, ben de bunu utanç ve üzüntüyle karışık bir hissiyatla izlemiştim.
Bugün de durum farklı değil maalesef. Üstelik o tarihlerde sokaklarda Ceaucescu sloganları atanlar öğrenciydi; bugün Rus saldırganlığını savunanların çok daha bilgili ve deneyimli olmaları beklenirken aynı kafa yapısı içinde olmaları yaptıklarını daha da şaşırtıcı hale sokuyor. Savaş ilk başladığında çok kısa zamanda Rusya’nın zaferi ile sonuçlanacağına ve bunun da Türkiye’nin yararına olacağına ilişkin tahmin ve tahlilleri gerçeklemediği anlaşılınca son zamanlarda söylemlerini değiştirmeye başladıklarını gözlemledim. Şimdi daha yaygın olan söylem, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının sorumluluğunu Batıya ve özellikle NATO’ya yüklemek yolunda. Batının ve özellikle Almanya eski Şansölyesi Merkel’in Putin’i okumakta büyük hatalar yaptığı şüphesiz ama tabii bu saldırının gerekçesi sayılamaz.
Aslında Putin savaştan birkaç gün önce yaptığı bir konuşmada SSCB’nin 1991 yılında yıkılmasının bir felaket; Sovyetler Birliğinin 1922 yılında Lenin tarafından ayrı Cumhuriyetlerden oluşacak şekilde kurulmuş olmasının çok büyük bir hata olduğunu söylemişti.
1917’ye kadar Rusya, aynen Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları gibi çok uluslu bir devletti. Bu uluslar arasındaki bağı hepsinin biat ettiği imparatorlar ve padişahlar sağlıyordu. Gerek Rus ve Avusturya-Macaristan imparatorlarının, gerekse Osmanlı padişahlarının hizmetinde devletlerini oluşturan çeşitli milletlere mensup kişiler vardı. Ancak bu tür devletler milliyetçiliğin doğmasıyla dağılmaya mahkumdular. Nitekim Birinci Dünya Savaşındaki yenilgilerinden sonra Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları dağıldılar.
Rusya’da da Şubat 1917’de Çar devrildikten sonra topraklarında yeni birçok bağımsız ülke ortaya çıkmış, 1918-1920 arasında devam eden iç savaştan sonra ise Sovyet Rusya, Finlandiya ve Baltıklar ile Ukrayna’nın bir kısmı hariç geri kalanını tekrar zapt edebilmişti. Ancak kendisi de kısmen Tatar kökenli olan Lenin, Çarlık gittikten sonra Sovyetler Birliğinin Rus milliyetçiliği üzerine kurulamayacağını bildiği için ayrı milliyetlerin tanınması ve her birine birer Cumhuriyet tahsis edilmesi yoluna gitmiştir. Nitekim kendisinden sonra ülkeyi idare eden Stalin Gürcü, ondan sonra gelen Khruşçev de Ukraynalı idi. Sovyet Cumhuriyetleri de aslında birer idari taksimattan ibaretti. Nitekim Khruşçev Kırım’ı Rusya’dan alıp Ukrayna’ya verdiğinde bunun ileride ne gibi sonuçları olabileceğini muhakkak ki akıl etmemiştir. Ancak saatleri tersine çevirip 1917’de yıkılan Rus İmparatorluğunu hele zorla yeniden tesis etmenin tarihin akışına karşı gelmek olduğu açıktır. Dolayısıyla Putin’in yaklaşımının ne ölçüde akılcı olduğu tartışma konusu.
Tabii Putin ilan ettiği hedefine ulaşıp Ukrayna’yı haritadan silerek Rus İmparatorluğunu ihya etme yönünde önemli bir başarı elde etmiş olsaydı bunun ülkemizin çıkarlarına nasıl uyacağını izah etme ihtiyacını duymadılar ülkemizdeki Rus propagandacıları. Aksine Putin’in müteakip merhalesinin bir taraftan Baltıklar, diğer taraftan da zaten 2020 savaşından sonra büyük ölçüde hakim olduğu Kafkaslar üzerinde egemenlik tesis etmeye çalışmak olacağına şüphe yok. Kim bilir belki 1878-1918 arası Rus İmparatorluğunun bir parçası olan Kars ve Ardahan’ı da isteyecekti. Putin’e Kuzey Kıbrıs’ta bir deniz üssü vermeyi önermeye kadar giden emekli subay ve akademisyenler Avrasya hülyaları çerçevesinde belki Kars ve Ardahan’dan da vazgeçmeye hazırdırlar. Neyse ki Putin Ukrayna savaşını kazanmaktan epey uzak kaldı. Kimse de ona Kuzey Kıbrıs’ta üs verme fikrini ciddiye almadı. Kars ve Ardahan da tehdit altında değil.
Yine de bazı çevrelerdeki bu Rusya sevdası epey düşündürücü. Gerçi Putin hayranları başka ülkelerde de var. Trump bir zamanlar kendine model olarak Putin’i gösteriyordu. Neyse ki ABD kurumları zayıflamış olmakla beraber Trump’ın yarattığı tehdidi bertaraf edebilmiş ve yara almakla beraber demokrasi ayakta kalmayı başarabilmiştir. Ama yine de ABD Temsilciler Meclisinde iki Cumhuriyetçi üye fütursuzca Putin destekçiliği yapıyor. Gerçi ABD halkının %83’ü Ukrayna’yı desteklediği için etkileri pek az, parti içindeki konumlar da epey zayıf. Trump bile başlangıçta Putin taraftarı gözükmekle beraber, son zamanlarda söyleminin değiştirme zorunda kaldı.
Biri sağcı, öteki solcu olan Brezilyalı Bolsonaro ile Nikaragualı Ortega da Putin hayranlıklarını gizlemeyenlerden. Ancak onlar için de otoriter, antidemokratik düzen hevesi ön planda.
Avrupa’ya baktığımızda bazı istisnalar dışında Putin hayranlarının aşırı sağcı partilerde yoğunlaştığını görüyoruz. Onların maddi çıkarı da olduğu anlaşılıyor. AB ülkeleri arasında Putin’in etkisinin en güçlü olduğu yer Macaristan. Başbakan Orban Rusya’yı ve bir ölçüde ülkemizi örnek alarak liberal olmayan bir demokrasiye özendiğini gizlemiyor. Nisan ayında yapılacak seçimlerde Orban’ın iktidarı muhafaza edip etmeyeceği belli olacak.
Avrupa’da bazı aşırı sol partiler de Putin’e destek oluyor. Onları anlamak daha güç zira Putin Rusyası ve yine desteklerini esirgemedikleri Xi Jinping’in Çin’inin sosyalizmle ilgisi kalmadı. Her iki ülke de kapitalizmin en vahşi, gelir dağılımının en adaletsiz olduğu, insan hakları ve hukuk düzenlerinin en fazla ayak altına alındığı yerler olarak göze çarpıyor.
Ülkemizde de benzer bir konfigürasyonla karşı karşıyayız. Bir taraftan Rusya’nın artık sosyalist bir ülke olmadığını henüz özümsememiş veya ABD ile Batı düşmanlığının körelttiği eski solcular, diğer taraftan otoriter ve antidemokratik güdümlü bir demokrasi özlemi içinde yaşayan Avrasyacılar. Neyse ki her iki ucun sesi medyada çok duyulsa da etkileri epey sınırlı. Tarihimizin belki de en ağır ekonomik bunalımından geçtiğimiz şu sıralarda kamuoyunun konu ile pek ilgilendiği söylenemez. Başka ülkelerde her gün Ukrayna lehine sokak gösterileri yapılırken ve Rusya’dan çekilmeyi henüz kabul etmeyen şirketlere boykot tehditleri savrulurken bizde sessizlik hakim. Şüphesiz Ukrayna halkı Müslüman olsaydı durum farklı olurdu. Cuma namazı çıkışlarında “Kahrolsun Rusya” naraları atılırdı. Bunu görmediğimiz gibi, Nestle’yi Rusya’dan çekildiğini açıklamaya mecbur eden baskıların yerine ülkemizde gerek iktidar, gerek iş çevrelerinde Rusya’ya Batı ülkelerinin uyguladığı ambargoların neticesinde boşalan Rus piyasasını doldurmaya aday çok var. Ama bu o kadar kolay olmayacaktır.
Kendi ülkesinde insan hakları ihlallerine seyirci kalan kamuoyumuzun yanı başında meydana gelen katliamlara karşı da ilgisiz kalması çok şaşırtıcı değil o bakımdan. Siyasetçilerimizin suskunluğu daha üzücü doğrusu. İktidarın izlediği hem Rusya’yı hem Ukrayna’yı idare etme politikası savaş devam ederse ikisini de tatmin etmeyecek ve bir müddet sonra ikisini de kızdıracaktır. Örneğin, şimdiye kadar çeşitli kıtalarda 10’dan fazla parlamentoya çevrimiçi hitap eden ve bütün dünyada kahraman olarak görülen Ukrayna’nın demokratik şekilde seçilmiş Cumhurbaşkanı Zelensky’nin henüz TBMM’ye hitap etmeye davet edilmiş olmaması dikkat çekici ve üzücüdür.
Amaç Rusya’yı kızdırmamak ise, haftalardan bu yana Mariupol’da bir camide mahpus kalan ve iktidar tarafından unutturulmaya çalışılan vatandaşlarımızın oradan çıkartılması için Putin’den birkaç saatliğine bir ateşkes istenememiş olması da oldukça düşündürücüdür. İktidarın yıllardır takip ettiği ve Batı ile geleneksel ilişkilerimizin bir hayli yıpranmasına yol açan Rusya ile “stratejik” işbirliğimiz böyle bir sınav karşısında sınıfta kalmıştır. Ancak bu konuda da muhalefet görevini yapmamakta, Mariupol ve başka yerlerde mahsur kalan vatandaşlarımızın çektiği cefayı her dakika kamuoyunun dikkatine getirmek ve iktidar üzerinde baskı yapmak gerekirken suskun kalmayı tercih etmektedir. Bu da maalesef iktidara aday olduğunu söyleyen siyasetçiler söz konusu olduğunda anlaşılmaz bir tavırdır.