A. Erkan Koca

Gözetim demokrasisi

İşler ne kadar kötü giderse gitsin, yönetimler ne kadar baskıcı yapılara dönüşürse dönüşsün, demokratik kurumlar ne kadar zayıflamış olursa olsun halk hemen her zaman yeniden demokrasiye dönüş için direnmiş ve elinden geleni yapmıştır. Başka bir ifadeyle, demokrasiden uzaklaşılmasında halkın düşüncesiz tembelliğinin ne kadar etkisi varsa her defasında ona geri dönülmesinde de onun imzası vardır.

Siyasetin ölümü

Şurası çok açık ki pek çok demokraside -başta bizimki olmak üzere- insanlar siyaseti daha çok bilme meselesi olarak da görmüyorlar. Seçime kadar gözlerini kapayıp seçim günü vazifesini yapıyor ve acil yakıcı sorunlarına yeniden dönüp her şeyi yeniden unutarak ancak hayatlarını idame ettirebiliyorlar. Aradıkları kişi daha çok bilen değil daha çok hissedebilen oluyor!

Kululular neden ağlıyor

Kulu’da da hayat köklü değişimlere gebedir şimdi. İsveç kronu taşıyordur postacılar. Zarfı açmadan geleni olduğu gibi taşısınlar diye onlar da düşünülür mektuplarda, postacılara ne hediye getireceklerinin söylenmesi tembih edilir. “Postanenin önü kalabalıktı. İsveç’e gidenlerden bol para gelmeye başlıyordu artık. Karıları da biri beş yapıp övünüyordu…Kocalarını İsveç’e gönderemeyenler de verip veriştiriyorlardı. Burada ahıra girmezlerdi orada temizlik yapıyorlar.”

İnsan olmak ne demektir?

İnsan olmak ne demektir sorusunu sormamızın bir diğer nedeni de açık ki hayatın salt karın doyurmak ve başını sokacak bir yer bulmaktan, çoğalıp yeni nesiller yetiştirmekten ibaret olmamasıdır. Öyle olsa hiçbir sorun olmayacaktı belki de. Bütün bunlar bir son değil başlangıçtır çünkü. İnsan, bütün bunları bu soruyu sormak için gerekli şartları sağlamış olmak için yapar. Sonrasında bu soruyu sorar ya da sormaz.

Ne yalan söyleyeyim

Ataç’ın metinleri her zaman aforizmalar içerir ve keskin görüşleri buna elbette ki yatkınlık barındırır ama bu kitap sanki özellikle böyle gibi. Sadece belirlediğim aforizmalarından hareketle de yazabilirdim bu yazıyı (Günün birinde Ataç’ın aforizmaları diye ayrı bir derleme yapılsa yapılır). Mesela şöyle diyor: “Başka insanların aczini, cehlini kendi aczimiz, cehlimiz gibi duymadıkça, iddia ettiğimiz bütün üstünlükler boştur.” (s.186).

Hayat boyu klasikler

Kitaplar aslına bakılırsa tam da somut gerçekliğin dışını, iç gerçekliğimizin en geçilmez kısmını temsil ederler. En çok -neye ne kadar sahip olursak olalım- bir türlü yetmeyen hayatımızın üzerine çıkmak istediğimizde aklımıza gelirler. Yaşamak için yaşamanın ağırlığını hafifletir, hep başka türlüsünü akla getirir ve ayakta durmamıza yardım ederler.

Bir Siyavuşgil tercümesi: Tiyatro ve Bizler

Bizde eski bir tartışmadır; eser, hayatı olabildiğince gerçekçi bir biçimde taklit mi etmelidir yoksa tam aksine onun içinde yer almayan -ve hatta olağan şartlarda yer alamayacak olan- yanları mı aksettirmelidir? Başka bir ifadeyle, bir tiyatro ya da sinema eserini, içinde yaşadığımız dünyayı görmek ve anlamak için mi izleriz yoksa göremediklerimizi görmek, her günkü halimizden sıyrılıp belli bir süreliğine bambaşka biri olarak kendimizi başka bir gözle izleyip bulmak için mi?

Özne ve nesne olarak insan

İnsanın büyüklüğünü ve küçüklüğünü her zaman birlikte düşünmek gerekiyor galiba. Birbirinden ayırmadan, girift bir içiçelikle. Bütün tutarsızlıkları ve çelişkileriyle birlikte ele almak gerekiyor. Çabamızı bütün bunları ayrıştırıp saf halleriyle görmektense içiçelik halinde birbirlerini nasıl etkilediklerine, neyi ne kadar bulandırıp kirlettiklerine yoğunlaştırmamız gerekiyor.

İkbal’e dair

Duygular insanın serbestçe düşünmesini sağlar ve tasavvuf bunun yoldan çıkmadan akılla birliktelik kurmasının içsel tecrübesini sunar. Bunu yapan, bu tecrübeyi yaşayan insanlar, gerçek anlamda özgürlüğü tadarlar ve o andan itibaren herhangi bir boyunduruk kabul etmeyen bir ruh haliyle yaşarlar. Tarlan, Pakistan’ın bağımsızlığa ulaşmasını İkbal’in bu karakterinden süzülüp gelen bu özelliğine bağlar. Büyük bir çıkarım belki ama söylemek istediği gayet açıktır; bir halkın gerçek anlamda bağımsız olabilmesi için kafasında ve ruhunda bağımsızlığı tatması şarttır.

Küçük Calvinler

Düşünce özgürlüğü engellendiği an kişi araçsallaşmaya müsait hale gelir ve iktidarlar kaçınılmaz olarak yozlaşmaya başlar çünkü insan araçsallaştığında yönetmek ayrıca bir çabaya gerek kalmaksızın, kendiliğinden güç kullanımına dönüşür. Neredeyse bütün yozlaşmaların ilk nedeni düşüncenin serbestçe hayat bulamaması ve insanların, düşünmeksizin sadece yaşar hale gelmeleridir. Düşünmeden yaşayan insanların düşünmedikleri her şey iktidarların zor gücünü güçlendirici bir etki yapar.

Tarık Buğra’nın büyük eseri: Küçük Ağa

Küçük Ağa’yı okuyan biri en temel kafa karışıklıklarımızdan birinin merkezinde yer alan, din ve dindarlık tam olarak nedir ve dindar adam kime denir sorusunun kesin bir açıklıkla cevaplandırıldığını düşünecektir. Dini nerede aramalıdır, bu ülke için dinin önemi ve değeri nedir soruları bir daha tereddüde yer bırakmayacak şekilde cevaplandırılmıştır adeta. Ama ne gariptir ki bu aynı zamanda bitmeyen bir kafa karışıklığı halinde sıradan insanların bir türlü son bulmayan ‘çelişmesi’dir.

Nuri Bilge Ceylan’ın sıradanlığı

Nuri Bilge Ceylan belli ki kendini ve kendi hayatını fazlasıyla sorgulamış, en ince detaylarına kadar kafasında kurduğu sahnede durmaksızın yeniden canlandırarak onu sayısız kez yeniden izlemiş biri. Onun sineması aslında kendi hayatının her defasında farklı kişilerle başka mekan ve zamanlarda yeniden çekilmesinden ibaret.

Nuri Bilge Ceylan’ın en iyi sahnesi

Nuri Bilge Ceylan sinemasının başlangıç yeri burasıdır, tıpkı Dostoyevski’nin Sibirya sürgününün başlangıcı oluşu gibi. Artık aradığını bulmuştur. İçindeki anlamsızlık duygusundan kurtulmak için bir şey bulması gerekmemektedir. Kendisini kendi aynasından görebilmektedir artık. Askerlik sırasında karşılaştığı her bir persona kendi maskelerinden bir bir kurtulmasını sağlamış, derindeki benlikle yüz yüze gelmesini sağlamıştır.

Kendini dinleme sanatı

Bu sayede anladım ki insanlar bir tutkuya kapıldıkları için kaçıyor değillerdir ve de. Kaçtıkları için tutku dolular! Konforundan vazgeçmeden korkularla yüzleşmek diye bir şey yoktur. Diğer bir deyişle, korkularımız nedeniyle konforlu dünyamıza mahkum olmayız, böylesi bir dünyanın esiri olduğumuz için korkularımızın mahkumuyuzdur.

Sağ ve solun ötesinde

Bugünkü siyasetin asıl anlamını modernleşmenin travmalarından kurtulmak isteyen insanların gerçek bir güven ilişkisi kuracakları diğer insanlarla birlikte kendileriyle yüzleşmeleri belirlemektedir. Bugünkü hesaplaşma farklı ideolojiler arasında değil topyekûn bir bütün halinde ideolojilerin yaşattığı acı sonuçlarladır.

Fikir ve sanat alemimize bu hürriyet kâfi değildir

Bir vakitler, “Muharrir neden yetişmiyor?” sorusu etrafında bir anket yapılıyor ve Vâ-Nû’ya da soruyorlar. Çok kısaca nedenin “tesamuh noksanlığı” olduğunu söylüyor. Tesamuh yani hoş görme, müsamaha etme, tahammül gösterme. Bunun olmamasının yazarlığı bitirdiğini ve hatta öldürdüğünü söylüyor. Düşünce ölüyor çünkü.

Garplılaşmanın neresindeyiz, ya da Mümtaz Turhan bugüne ne söylüyor?

Batılılaşma tarihimize dönüp bakınca en bol şeyin çelişkiler ve kafa karışıklığı olduğunu görmek hiç de zor değil. Hep bir iç mücadelesi, hep bir kendinden emin olamama ve büyük soru işaretlerinin içinden çıkamama halleri. Belli ki bu bir batılılaşamama tarihi.

Ne zaman eğitim konusu açılsa aklıma hep yatılı okuldaki müdürümüz gelir: Esat Baba

Ülke için, vatan için, topluma faydalı, mesleklerimizde başarılı olalım ya da çok para kazanalım, ünlü olalım diye yapmadı ne yaptıysa, yalnızca bizim iyi olmamız ve kendimizi iyi yetiştirmemiz için yaptı sanıyorum ki bence bu ülkenin en yapamadığı şeydir bu. Yani, öğrencileri araçsallaştırmadan, korkmadan, onlara güvenerek ve severek açık-uçlu bir şekilde kendi yollarından gitmeleri için uğraşmak. Bu olduğunda vatana millete fayda kendiliğinden gelen bir sonuçtu ve asıl zor olan bunu başarmaktı.

Vasatlığın iktidarı

Vasatlık bir yetersizlik değil “yeterlilik” sorunudur. Vasat kişiler, hayatın değişmezliğine inanan ve dolayısıyla büyük amaçların gerçekleştirilemez olduğunu düşünen kimseler oldukları için insanlar arasında bir yetenek farkı görmezler. Herkes ortalamada eşitlenmeli, sıradanlık öne çıkabilecek bir özelliğe dönüşmelidir.

KİTAP | Zavallı Afganistan, zavallı Şark

Olivier Roy’un Kayıp Şark’ın Peşinde’si çok şey öğrendiğim bir kitap. Yalnızca Afganistan’a dair değil aynı zamanda bir saha uzmanı olmanın nasıl olduğunu, sahada çalışmanın ne demek olduğunu öğrendiğim, bana göre denenmiş derslerle yüklü bir metin.

Editör ne iş yapar? Ya da, fazladan iki adım attırmak

Bir şeye henüz kimse değer biçmemişken değer verebilmek hayli zor bir iştir. Editör bunu yapar; değer görür, değer biçer ve bunun teslim edilmesini ister. İçinden bir his bunu söylemektedir. Kimi zaman, yazarın dahi farkında olmadığı bir histir bu ve çok değerlidir. Bu his, saklı bir değerin kendi yolunu bulup açığa çıkması için engelleri kaldıran şeydir.

Müllerci misin?

Bu ülkenin kaderi galiba, duymak istenmeyenlere kulak kabartan herkesin bir anda Müllerci yapılması. Meclis’te konu ne olursa olsun sürekli aynı şeylerin tartışılması! Ve Maliye Bakanlığı rakamlarının asla diğer kurumlarınkiyle birbirini tutmaması! Her türlü düşünce, görüş ve değerlendirmenin -yanlış ya da kötü niyetli bile olsa!- bizi doğruya götürecek olmazsa olmaz bir gereklilik olduğuna inananların öylece hain ilan edilmesi…

Ahmet Ağaoğlu’nun Serbest Fırka hatıraları

Serbest Fırka tecrübesi, statükodan beslenen Fırkacı siyasilerin çok olduğu bir yerde özgürlüğe ve demokrasiye samimiyetle bağlanmanın ne büyük bir cezaya ve karşı öfkeye dönüşebileceğini de gösterir.

Reşat Nuri’nin sanatı

Yani, inandırıcılıktır esas olan ama bir tiyatro eseri ya da film, hiçbir zaman tam bir inandırıcılığa sahip olamayacağından, inanmak istediğimiz inanırız. İnandırıcı olması aynı zamanda bizim inanabilir olmamıza ve inanmak isteyip istemememize bağlıdır. Kendine inanamayan insanlar sanata da inanmazlar bu yüzden.

Aşırı ilgiden bilinmezliğe Reşat Nuri’nin tiyatro yazıları

Reşat Nuri’nin her bir kitabı üzerine uzun bahisler açmak gerekir. Ama ben bugün bir zamanlar son derece ilginç bir biçimde Kültür Bakanlığı tarafından 1000 Temel Eser kapsamında bakılmış ve her ne hikmetse bir daha da yüzüne bakılmamış, son derece önemli derleme eseri, Reşat Nuri Güntekin’in Tiyatro İle İlgili Makaleleri’nden bahsetmek istiyorum. Bu kitap birkaç nedenle bende ilginç bir etki bırakmıştır. Tarihle polisiyeyi birleştiren yazar okuyanlara inat tam bir Pazar kitabıdır ve de.

Pazar Konuşmaları’na devam

Boğaziçi’nin açık tepelerinde, “fıstık çamının yayvan dalları altında” dört farklı ideolojiden insanı konuşturuyor Falih Rıfkı. Tahmin edilebileceği gibi bunlardan biri Rusyacı, bir diğeri “liberal gibi”, bir diğeri muhafazakâr ve sonuncusu da laik-sosyalist. Konuşma bir süre sonra tartışmaya döndüğünde gruptan biri Rusyacı olanı kastederek: “Bu Bolşevik’in fıstık ağacı altında ne işi var?” diye soruyor. Ötekilerden biri, “Siz demokrat değil misiniz?” diye karşılık verince adam, “Ben Bolşeviksiz demokrasinin demokratıyım” diyor. Bir diğeri, “Ben inkılapçı demokrasinin demokratıyım.” diye söze katılıyor

Falih Rıfkı’nın Pazar Konuşmaları’nı okurken…

Günlerden bir gün beni yine bir rica için odasına çağırdı. Bu kez bir derginin Bakanla röportaj yapmak istediğini ve konu başlıklarının da polislerle ilgili yeni düzenlemeler, tartışmalar ve iç güvenlik meseleleri olduğunu söyleyip bunu benim yapmamı istediğini iletti. İlk anladığım şey, her zaman olduğu gibi bazı notlar hazırlayacağım ve en fazla önceden iletilen sorulara cevaplar oluşturup Bakan’a iletmek gibi bir şey yapacağımdı. “Tabii olur,” dedim çok düşünmeden. Koskoca Bakan kendi cevaplarını hazırlayacak değildi ya!

Mutluluğun Sakıncaları

İnsanlar bize imrensin, bizim yerimizde olmak istesinler istiyoruz. Çünkü aksi halde kendimizin ve hayatımızın değerinden emin olamıyoruz. Ve ne kadar çok insan bizim yerimizde olmak istiyorsa o kadar mutlu oluyoruz.

İstemsiz

Yazmak, Knausgaard için tıpkı okumak gibi bir eylemdir; her an her yerde ve her şekilde yapılabilir ya da öyle olduğunda gerçek anlamda yazar olunabilir. Kendiliğinden, istemsizce ve öylece geliveren düşüncelerle ilerleyen bir süreçtir. Tıpkı yaşamın kendisi gibi yani!

İstanbul’un halleri

Üç İstanbul, Abdülhamit’in istibdat dönemiyle başlayan ve önceleri konaklarda özel dersler vererek hayatını kazanırken İttihat ve Terakki’nin İstanbul’daki gizli teşkilatına girmesiyle kaderi büsbütün değişen dava vekili Adnan’ın şahsında II. Meşrutiyet’in ve sonrasında gelen Mütareke döneminin görünen ve görünmeyen yüzü. Fakir bir kenar mahalle çocuğunun Osmanlı’nın kaderine yön verecek kadar eriştiği iktidar temerküzünün sonra bir anda yerle bir eden trajedisi.