Ana SayfaGÜNÜN YAZILARISağ ve solun ötesinde

Sağ ve solun ötesinde

Bugünkü siyasetin asıl anlamını modernleşmenin travmalarından kurtulmak isteyen insanların gerçek bir güven ilişkisi kuracakları diğer insanlarla birlikte kendileriyle yüzleşmeleri belirlemektedir. Bugünkü hesaplaşma farklı ideolojiler arasında değil topyekûn bir bütün halinde ideolojilerin yaşattığı acı sonuçlarladır.

Anthony Giddens’ın -ideolojik nedenlerle- salt bir giriş kitabı yazarına indirgenmesi büyük talihsizliktir. Giriş kitapları ‘zararsız’ addedilir çünkü. Bir akademisyenin, kendini en fazla geri çekmesi gereken çalışması olarak kabul edilir, oysa sanılanın aksine giriş kitapları, yazarının en fazla kendisi olduğu eseridir. Bütün ağırlıklarından arındığında geriye kalan özüdür. Tam da bu yüzden, Giddens’ın Sosyoloji’si belki de onun en politik kitabıdır bile denebilir. Bütün görüşlerinin nesnelleştirilmiş özetidir. Dolayısıyla, şunu güçlü bir biçimde belirtmek gerekir ki iyi bir giriş kitabını okuduktan sonra o yazarın diğer kitaplarını okumamak ya da türlü nedenlerle haklarını teslim edememek, açık bir politik tavırdır.

Sağ ve Solun Ötesinde de bu tavra kurban giden kitaplardan belli ki. Metis gibi önemli bir yayınevinden ilk olarak 2002’de çıkmış ve bugüne kadar ancak üç baskı yapabilmiş. Bu bize, ne kadar aksini söylesek de sağ ve solun çok ötesine geçemediğimizi söylüyor olabilir, kim bilir! Ya da geçmek istemediğimizi…Çünkü geçtiğimiz takdirde her şeyi yeniden düşünmemiz, sorgulamaksızın kabul ettiğimiz kalıpların işe yaramadığı bir karanlıkta kalmamız tehlikesi var ve bundansa işe yaramasa da bilindik yoldan gidip aynı sonuçsuz tartışmalarla günümüzü geçirmeyi tercih ediyor olabilir miyiz? Ya da, siyasetten çok da büyük beklentilerimiz yok, onu bir ‘boş iş’ olarak görüyor ve bu yüzden fazlaca bir arayışa girmediğimiz için kaldığımız yerde kalmakla ötesine geçmek arasında bir fark görmüyor olabilir miyiz?

Fazla uzatmamak adına soruları çoğaltmadan kitaba geçelim. Kitabın alt başlığı ‘radikal politikaların geleceği’ ve Giddens bununla kabaca, muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm gibi klasik ideolojilerin ilk ortaya çıktıklarında mutlaka radikal olduklarını, her şeyi kökten değiştiren önerilere ve uygulamalara sahip olduklarını, bugün gelinen noktada ise hepsinin bu ilk vasfı kaybettiklerini ileri sürüyor. Ve son derece doğru bir tespitle, yeni radikal politika arayışlarının ortaya çıktığını ama bir türlü de tam olarak asıl ihtiyacın karşılanamadığını belirtiyor. Bugün artık kimse gerçek anlamda özgür, gerçek anlamda inançlı ya da gerçek anlamda adil bir toplum tasavvur edemiyor. Radikal bir değişim umudu yok artık, sadece en kötüye mecbur kalmaktan duyulan korkunun yarattığı umutsuzluktan kurtulma çabası var.

Tam da bu nedenle, ideolojiler korkutuyor. Kimse gerçek anlamda sağcı, solcu ya da liberal olmak istemiyor. Hepsinin ötesine geçmek istenilen bir zamandayız çünkü radikal ihtiyaçlarımız her zamanki gibi devam ediyor ve ideolojiler buna artık cevap veremiyor. Radikal değişim arzusuna cevap veremeyen ideolojiler ne yaparsa yapsın yeterli siyasal enerjiyi yaratmıyor. Modernleşmenin kendisi radikal değişimin gücünden besleniyor ve bunu sürekli kılan bir dinamikle işliyor. Siyaset bugün tedirginliklerle dolu bir bekleyişe benziyor oysa Giddens’ın ifadesiyle, “Radikal çözümlere ihtiyaç duyulan, radikal biçimde hasar görmüş bir dünyada yaşıyoruz.” (s.17)

Dünyanın bu denli hasar görmesinin nedeni, acımasızca işleyen bir kapitalist ekonomi, bencilce bir özgürlük talebi ve baskıcı bir dayanışma modelidir. Bütün klasik ideolojilerin bunda payı vardır yani! O nedenle, bugünkü insan tam da kendi sonunu hazırlamamak için bütün ideolojilere eşit uzaklıktadır. Hiç olmadığı kadar hayatı kendi başına yeniden kurmak, her şeyi kendi başına düşünmek ve özerk olmak zorundadır. Bu yüzden, herkes biraz ‘yalnız kalabalık’ içinde yaşamaktadır. Özerkliğini yitirmeden başka insanlarla ilişki kurmanın ve dayanışmanın yolunu aramaktadır. Gelenekle kurduğumuz ilişki geleneksel değildir, doğayla kurduğumuz ilişki ise doğal değildir. Gelenek bugün, biz ne kadar istersek isteyelim verili bir anlam deposu olma ve siyasi yönü kendiliğinden çizme gücünü kaybetmiştir. Karşımızda modernleşmenin bütün travmalarıyla yüklü bir yeni insan bulunmaktadır ve bu yeni insanın insanlara yeniden ve hiç olmadığı kadar güvenmeye ihtiyacı vardır.

Giddens bunu ‘etkin güven’ diyerek ifade ediyor. “Etkin güven, önceden belirlenmiş toplumsal konumlara ya da cinsiyet rollerine bağlı ayrıcalıklardan kaynaklanmaz, kazanılması gereken bir güvendir. Etkin güven özerkliğe karşı durmaktan çok onu varsayar ve toplumsal dayanışmanın güçlü bir kaynağıdır, çünkü bu durumda uyum geleneksel kısıtlamalar tarafından dayatılmayıp serbestçe oluşmaktadır.” (s.20). Hiçbir şey verili değildir, belirsizdir ve güvensizdir artık ve insanın yeniden insanlara inanarak belirsiz yalnızlıktan kurtulması için ideolojiler yerini yapıcı politikaya bırakmak durumundadır. “Yapıcı politika, bütün toplumsal yönelimler ve hedefler kapsamında bireylere ve gruplara bir şey olmasından çok onların bir şeyleri yapmalarına olanak sağlamak isteyen politikadır. Yapıcı politika kamusal alan politikasını savunur, ama kendini devlet ile piyasa arasındaki eski karşıtlığın içine yerleştirmez…hem devlet kurumlarında hem de ilgili diğer kuruluşlarda etkin güvenin kurulmasına dayanır böyle bir politika.” (s.21)

Başka bir ifadeyle, bugünkü siyasetin asıl anlamını, modernleşmenin travmalarından kurtulmak isteyen insanların gerçek bir güven ilişkisi kuracakları diğer insanlarla birlikte kendileriyle yüzleşmeleri belirlemektedir. Bugünkü hesaplaşma farklı ideolojiler arasında değil topyekûn bir bütün halinde ideolojilerin yaşattığı acı sonuçlarladır. Bu durum ideolojileri aynılaştıran bir etkide de bulunur. O nedenle, gelinen noktada yapılması gereken şeylerden biri de demokrasiyi bu yarı-ölü ideolojilerin sultasından kurtarmak; Giddens’ın ifadesiyle, “demokrasiyi demokratikleştirmek”, yani, bu yeni acılı insanı yapıcı politika aracı haline getirmektir.

Refah devleti, insanlığın acı tecrübelerine karşı getirilmiş anlamlı ama yetersiz bir çözümdür. Yetersizdir, çünkü, “Refah devleti, yoksulluğa karşı mücadelede ve gelir ya da zenginliğin yaygın dağılımını sağlamada pek etkili olamamıştır.” (s.24) Refah devleti, geleneksel kodlarla, çalışan sınıfı ana olarak erkeklerin oluşturduğu bir bakışa sahiptir ve bugünün acılarını dindirmek için kifayetsizdir. Negatif bir yaklaşımla, başa gelen talihsizliklerin arkasından ortaya çıkan bir telafi sistemi gibidir. Oysa esas olan, talihsizlikler meydana gelmeden ya da geldiğinde bununla baş edebilecek şekilde, “kişisel ve kolektif sorumluluklarla özerkliği” (s.25) birleştirmeyi hedeflemedir.

Özerk ve sorumluluk sahibi, etkin bir güven ilişkisi kurabilecek insan kimdir peki? Yapıcı politika yapabilecek ve pozitif bir refah devleti anlayışını hayata geçirebilecek? Buna en güçlü adaylar, sorunun ideolojilerden çok kendisinde olduğunu düşünen ve kendini sorgulayıp hesaba çekerek yüzleşme cesareti gösteren insanlardır. İdeolojilerin sınırlılıklarının ötesine geçerek düşünebilen ve dolayısıyla herkesle diyalog kurup görüşebilen, bütün sorunlarını konuşabilen insanlardır bunlar. Bu yüzden artık sağ-sol ayrımları anlamını yitirmektedir ama asıl kaybedilen radikal vaatlerin yitimidir ve insanlar, kolektif siyaset yapamayacak kadar kendi başlarına çözmek zorunda oldukları meselelerle cebelleşmektedir. “Sağ ve sol arasındaki ayrımlar elbette her zaman bir dereceye kadar karışık ve belirsizdi ve radikalizm hiçbir zaman solun tekelinde olmamıştı…Kabaca söylenirse, sol -ve çoğu liberal- daha eşit ve insani bir toplumsal düzen vaat eden modernleşmenin, geçmişten bir kopuşun taraftarıydı ve daha önceki rejimlere dönmek isteyen sağ da buna karşıydı. Bugün var olan düşünerek-davranma koşullarında, böyle açık bir bölünme yok kesinlikle. Ama bu, radikal bir programa gereksinim kalmadı demek değildir –‘tarihin sonu’ gelmedi henüz.” (s.55)

Giddens, gelinen noktada radikalizmin sola ya da sağa bağlı olmaktan çıktığını ve bunun insanları bireysel olarak daha radikal düşünmeye ittiğini öne sürer gibidir. “Sol ya da sağa bağlı olmaktan kurtarılan radikalizm orijinal anlamına korkusuzca geri döner: Toplumsal ve politik sorunlara cesur çözümler düşünmeye hazırlıklı olmak.” (s.55) 

Bu nedenle, bugün artık muhafazakârlık da hayli radikal olmak zorundadır, yeni sol ve yeni sağ da. Feminizm, yeşil hareket, ekolojizm vb yeni toplumsal hareketler, modernleşmenin travmalarına iyi geldikleri ve daha önemlisi bu radikal değişim ihtiyacına karşılık geldikleri için önemli bir ivme yakalamışlardır. Giddens’a göre muhafazakârlığın bugünkü çıkmazda söyleyecek önemli şeyleri olabilir.

Özellikle, geçmişte kalan ve bugün artık geçmişteki gibi olamayacak olan geleneğe takılı kalmayıp, doğayla ilişkili hareketlerin tecrübelerinden kendisine dersler çıkarıp geleceğin geleneğini kurmaya yönelirse sola ve liberalizme göre daha avantajlı bir yer edinebilir. Çünkü artık gelenek sonrası ve doğal olmayan toplumlarda yaşamaktayızdır ve radikalizm buna bağlı olarak önceye ya da doğa durumuna dönüşte değil onu yeniden kurup oluşturmada saklıdır.

Başka bir ifadeyle, demokrasiyi demokratikleştirerek, gerçek anlamda düşünerek yaşayan insanların yapıcı etkinlik alanı haline getirmek ideolojilerin sınırlarına hapsolmayan bir radikal değişimin sürekli kılınması demektir. Ve muhafaza edilmesi gereken şey, ölü gelenekler değil bizatihi yaşayan insanın kendisidir.

- Advertisment -