Ana SayfaGÜNÜN YAZILARINe yalan söyleyeyim

Ne yalan söyleyeyim

Ataç’ın metinleri her zaman aforizmalar içerir ve keskin görüşleri buna elbette ki yatkınlık barındırır ama bu kitap sanki özellikle böyle gibi. Sadece belirlediğim aforizmalarından hareketle de yazabilirdim bu yazıyı (Günün birinde Ataç’ın aforizmaları diye ayrı bir derleme yapılsa yapılır). Mesela şöyle diyor: “Başka insanların aczini, cehlini kendi aczimiz, cehlimiz gibi duymadıkça, iddia ettiğimiz bütün üstünlükler boştur.” (s.186).

Nurullah Ataç gibi insanlar, bir ülkenin düşünce kültürü ve özgürlüğü bakımından son derece önemlidir. Asabidirler, polemikçidirler, sözlerini sakınmaz, aşırıya kaçar, kimi zaman ne dediklerini bilmez ama hep bir hesaplaşma içindedirler ve bu nedenle düşünülemeyenleri tartışmaya açma cesareti gösterdikleri için mühimdirler. Ne üzerine yazarlarsa yazsınlar aslında düşünmenin ne olduğunu göstermek için yazarlar. Bu tür kalemlerin yazılarını hiçbir zaman sadece içeriği için okumayız. Hep bir başka, açıklayamadığımız nedenimiz daha olur ki bunun tek kelimelik karşılığı, yalansız ve samimi oluşlarıdır.

Yakın zamanda, Mustafa Can Doğan’ın değerli çabasıyla yayınlanması mümkün olan Ne Yalan Söyleyeyim (YKY) kitabı da öyle. Önemli pek çok görüş ve düşünce barındırmakla birlikte, öylesine yazılmış hissi veren pek çok yazı da mevcut içerisinde ama ne olursa olsun kesin olan bir şey var ki kitap içinde kendi kendisini okutan bir özellik de saklıyor. Çünkü hiçbir şeyi ve hiç kimseyi olduğu gibi kabul etmeyen bir yanı var, belki de ondan: “Herkesi olduğu gibi kabul etmek…Dünyada olup bitenleri bir haşerat âliminin, karıncalar aleminde neler geçtiğini tetkik etmesi gibi seyretmek… Belki rahat bir düşünce ama, bir kere insanoğlunun tabiatına uygun değil.” (s.157) 

İşin sırrı galiba, bu tür adamları okurken ya da dinlerken bir sonraki cümlede neyin geleceğini hiçbir zaman tam olarak kestiremiyor oluşumuzda yatıyor. Diğer bir deyişle, her cümlesi içinde kendi merakını barındırıyor. Ne kadar zorlayıcı olursa olsun zihni yormadığı gibi okudukça canlandırıcı bir etki yapıyor. Samimiyet ve sözünü esirgemiyor oluş, söylenmek istenilenlerin yorucu olmadan karşı tarafa geçmesini sağlıyor. Kitabın başlığını, Doğan seçmiş ve çok da iyi yapmış çünkü gerçekten de Ataç’ı çok iyi anlatıyor. Bu adı Ataç kendisi vermiş gibi hissediyoruz.  

Kitap, Doğan’ın Ataç’ın Terbiyesi başlığıyla yazdığı takdim kısmında da belirttiği gibi, “kolay okunur” yazılar içeriyor. Dönemin salon dergilerinde çıkmış yazılardan oluşuyor. Salon dergisi adı da en az kitabın kendisi kadar ilginç görünüyor bana. Eski zamanlarda çokça kullanılan “kibar alemleri” der gibi bir havası var! Belli ki belirli bir “seçkin” zümreye hitaben yazılan keyifli ve mümkünse anlamlı yazılardan oluşan dergiler bunlar. Hâl böyle olunca Ataç elbette ki bulunmaz bir yazar olarak buralarda parlıyor. Konu başlıklarını daha gündelik hayatın içinden alıyor belki ama söyleyeceklerini esirgemiyor ve deneme türünün önemi tam da burada ortaya çıkıyor; söyleyeceklerinizi hiçbir şekilde esirgemeksizin söylemenin bin bir türlü yolunu sunuyor olmasında…   

Ataç da bunu yapıyor. Söyleyeceklerini değil, üslubunu, deyiş şeklini ve kimi zaman tavrını değiştiriyor. Bu sayede yalana düşmüyor çünkü aslına bakılırsa nitelikli ve derinlikli bir düşünsel kültürde söyleyeceklerini esirgemek de yalana düşmenin başka bir türüdür. Tam da bu nedenle kitap Ataç’ın başlıca eserleri arasında daha “hafif” bir yer tutuyor gibi görünse de belki de onu en iyi yansıtan ve bazı görüşlerini daha rahat ele veren bir ayırdedici nitelik de taşıyor. Onu daha iyi tanımamızı sağlıyor. Ataç ne yazarsa ve nasıl yazarsa yazsın, her cümlesine ayrı ayrı inanarak yazıyor oluşu önemli. “İnanmadan yazılan şey, güzel olamaz, çünkü sözün güzelliği birtakım süslere bürünmekten değil, bir gerçek heyecanın ifadesi olmaktan gelir. Yazılarımızın çoğunun çirkinliği, bayağılığı da hep yalan olmasından gelmiyor mu?” (s.118)   

Örneğin, bir yerde neden edebiyat ve sanat eleştirileri yaptığını şöyle anlatıyor ki bu aynı zamanda her iyi eleştirinin tipik özelliği dense yeridir: “Ben, kendime göre bir sanat telakkim olduğunu sanıyorum. Ve eserleri o bakımdan tahlile çalışıyorum. Yani benim istediğim şey, o eserleri tanıtmak değil, kendi düşüncelerimi bildirmektir. Böyle olunca, tiyatro tenkidi ile roman, şiir tenkidi arasında bir fark yoktur.” (s.190)

Bunu yapamayan eleştiri, salt bir tanıtımdan ibarettir ve ilginç olmak için garip şeyler söylemek zorundadır. Eleştirmenlerin taşlanması, sert, acımasız ya da polemikçi olmalarından değil (öyle olsa Ataç’tan bugün bu kadar bahsetmezdik!) kendi kişiliklerinin damgasını üzerinde yazdıkları eserlere vurabilme gücüne sahip olamayışlarındandır. “‘Hem sanat dediğiniz nedir?’ Bir insanın duyduğu heyecanları, hisleri, hasılı şahsiyetini birtakım maddelere aksettirebilmesi, onlara kendi damgasını vurması, bize de o heyecanları tattırıp şahsiyetindeki kuvveti kabul ettirmesi değil mi?” (s.128). Tam olarak hem de!

Ataç’ın kitaptaki dili henüz öz Türkçeleştirme akımına kapılmış değil. İyi ki de değil, bu sayede tam olarak kendisi gibi yazıyor. Dil zevki pek çok yerde düşüncenin önüne geçen bir edebi tat bırakıyor. O çok eleştirdiği zorlamalar ve yapaylıklardan eser yok. Hakiki ve bir o kadar güçlü. Yalansız! Ve bundan mıdır bilinmez ama daha aforizmalı bir içeriğe sahip.

Ataç’ın metinleri her zaman aforizmalar içerir ve keskin görüşleri buna elbette ki yatkınlık barındırır ama bu kitap sanki özellikle böyle gibi. Sadece belirlediğim aforizmalarından hareketle de yazabilirdim bu yazıyı (Günün birinde Ataç’ın aforizmaları diye ayrı bir derleme yapılsa yapılır). Mesela şöyle diyor: “Başka insanların aczini, cehlini kendi aczimiz, cehlimiz gibi duymadıkça, iddia ettiğimiz bütün üstünlükler boştur.” (s.186)

Ya da şöyle: “İlham sanat adamının fırçasının, kaleminin ucundadır.” (s.162) “Kıskançlık, iyi düşünülürse daima bir adalet sevdasından doğar. Değerimizi anlamayan insanların adaletsizliğine isyan… bazılarından esirgeyen Allah’ın adaletsizliğine isyan.” (s.153) “Kimse, bilhassa bahtiyar olanlar zamanın durmasını istemez, çünkü bahtiyarlık da gelecek günler için beslediğimiz ümittedir.” (s.151) “Istırabın pek şiddetlisi düşünme kabiliyetimizi körletir derler; çok şükür ki bu hassa [duyu] sevincin en küçüğünde bile vardır.” (s.149) “Asıl tad, hayatta değil, hayat sevgisindedir. Fakat tahayyül de yine ancak yaşamakla kabil olduğu için hayatın tatlı, zevkli olduğunu kabul edebiliriz.” (s.201) “Gençlik çağı niçin güzeldir? Genç adam kendi hudutlarını, imkânlarını bilmez de ondan.” (s.213) “Zaten saadet dediğimiz şey bir hülyadan, bizim kendi içimizde kendimiz için icat ettiğimiz bir masaldan başka nedir ki?” (s.233) “Tecrübe de insanın insiyakı, sevk-i tabiisi [içgüdüsü] olabilir. Yani tecrübeye bağlanmakla insan nihayet hayvanlaşır.” (s.267)   

Böyle pek çok cümle. Aforizma belki de zamanın sınırlarını aşan bir düşünme biçimiyle ortaya çıkıyor, denebilir. En kalıcı en tüketilemeyen, en sert öz. Ataç’ın sanata ve düşünceye olan bakışıyla oldukça uyumlu: “Sanat eserinde bedii heyecan uyandırmak ve bir irade mahsulü olmaktan başka aradığımız bir vasıf daha vardır: İstihlâk edilememek [tüketilememek]… Bir lavanta, bir yemek sanat eseri olmadığı hâlde bir şiir, bir tablo, bir beste sanat eseridir; çünkü bunlar, istihlâk edilmeden, mahvolmadan bedii zevki verirler.” (s.271) Aforizma, tüketilemeyecek olandır, düşüncenin en sanatsal ifadesidir.

Sanatkâr ise kendi düşüncesinde kendini bulabilen insanlar arasından çıkar. Hayatın anlamı her sanatçının kendi yalnızlığında gizlidir. O bir dıştan içe yolculuktur ve içe doğru dönemedikçe dışarıda kalmaya mahkum bir hezeyan olma olasılığı taşır. Sanat, herkes için olmaktan çok herkesin içinde olabiliri kabul etmelidir. Şu cümleler gerçek anlamda sanatı anlatması bakımından son derece önemli: “Sanatkârlık, bir muvaffakiyet meselesi olmadan evvel, bir ruh haleti meselesidir. Birtakım insanlar kendileri farkına varmadan ölmez eserler yaratmışlardır…Sanatkâr meçhul içinde çalışmaktan ürkmeyen adamdır. Ona etrafından alâka görmemek bile pek tesir etmez, yaptığı işin, asaletinden emindir; kıymetinin bugün değilse yarın anlaşılacağına ve eserinin muhakkak kalacağına kanaati vardır.” (s.272)

Son olarak, Ataç, özellikle edebiyat eserlerini okumanın ne işe yarayacağını soranlara çok kızar: “‘Bu kitabı okumanın faydası ne?’ Hiçbir fayda gözetmeden, sadece keyfiniz için okuduğunuzu söyleyemezsiniz; size, ‘Zavallı!’ der gibi şöyle yukardan bakarlar. Onların indinde fayda gözetmemek, budalalığın ta kendisidir. Çocukların oyunlarının bile faydası vardır: Vücutlarının inkişafına hizmet eder. Kırlarda dolaşmanın faydası vardır: saf hava ciğerleri temizler…” (s.290) Tam bir cevap vermeksizin öfkesini belli ederek anlamamızı ister söylemek istediğini ama satır aralarında gizlidir de zaten ne demek istediği. Kısacası, kırlarda dolaşmanın faydası neyse kitap okumanın da faydası aynı şeydedir.

Ne yalan söyleyeyim, benim için de tam olarak böyledir!   

- Advertisment -