Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITeoride ve pratikte devlet

Teoride ve pratikte devlet

Devletin meşruluğunu kaybetmesi demek toplumdaki bozuklukların ve her türlü yozlaşmanın devamı haline gelmesi demektir. İronik bir biçimde, toplum seçtiği hükümetten devleti kendine benzetmesini isterken kaçınılmaz olarak meşruluğunu sarsıcı davranmakta ve itaat etmekte giderek daha fazla zorlanacağı bir yapının ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

Önceki yazıda, Harold J. Laski’nin 2020 yılında Fol Yayınları’ndan çıkan, Teoride ve Pratikte Devlet kitabına atıfla devletin toplumun içindeki bozulmalardan ne ölçüde etkilendiğini sormuş, bağımsız bir rasyonel işleyiş alanına sahip olup olmadığını sorgulamıştım.  

Bugün bu meseleyi biraz daha açarak, yine Laski’nin görüşlerinden hareketle vardığım sonuçlardan bazılarını ortaya koymak istiyorum.

Bir kere şunu baştan belirtmek gerekir ki devlet, toplumların formel iktidarını temsil etmekte ve bu yönüyle en büyük maddi güç kaynağını oluşturmaktadır. Devasa bir zorlayıcı güce ve şiddet tekeline sahiptir. Laski bu noktada, zor gücünün ancak yöneldiği amaçlara göre meşru olabileceğini savunarak yasacı bakış açısından ayrılır. Şöyle demektedir: “Gerçekten de insan zihni, zorlayıcı güce sahip olmanın, bu gücün adandığı amaçlara bakılmaksızın savunulabileceği fikrine karşı çıkar. Biz de Aristoteles gibi, devletin iyi yaşamı gerçekleştirmek için var olduğunu savunuyoruz. Tıpkı Hobbes gibi, devlet gücünün yaşamın ve ölümün üzerinde sağladığı güvenlik olmadan uygarlığın da olamayacağında ısrar ediyoruz.” (s.16).

Dolayısıyla, devletin amacı, toplumun birebir yansıması ve devamı ya da uzantısı olmanın ötesinde bir içeriğe sahip gibidir. Gerçekte de durum buna uyar. Hemen her devletin toplumun ötesinde kozmik amaçları vardır. Dışarıdan bakıldığında kendini kolay ele vermeyen bir gizemli yanı ve “derin yönü”nden söz etmek gerekir. O nedenle, devleti toplumun uzantısı ve bütünüyle ona göre şekillenen ve işleyen bir organizasyon gibi görmek yetersizdir. Her devlet, topluma rağmen değilse bile toplumdan ötedir. Aradaki bu açık, onun toplumdaki bozulmalardan kendisini koruyabilmesini sağlayabileceği gibi ondan koparak vesayetçi bir işleyişe bürünmesine de alan açabilir. Genellikle her iki durum iç içe bir şekilde işlerlik bulur.    

Bir diğer boyut, devlete bağlı yaşayan insanların ona itaat etmelerinin tek nedeni elinde tuttuğu devasa zorlayıcı gücü olmamasıdır: “İnsanlar salt itaat etmiş olmak için otoriteye itaat etmezler; insanlar, otoriteye, yaptıklarıyla inandıkları amaçları güvence altına almak için itaat ederler. Emirlerine, bu emirlerin beraberinde getirdiğini düşündükleri sonuçlar için itaat ederler.” (s.17).

Güvenlik de zaten böylesi bir güvencedir: “Devletle birlikte güvenlik gelir; güvenlik ise insanların güvence altına almak istedikleri doyumun barışçıl bir biçimde sürdürülmesinin şartıdır.” (s.17). Güvenlik bir anlamda, insanların kendiliklerinden itaat ettikleri şeylerin güvence altına alınmasından süzülüp gelen bir otoriteye tabi olmadır. Zorlayıcı güç burada, güven ile güvencenin iç içe geçmesiyle vücut bularak güvenliğe dönüşür. Fakat, belirtmek gerekir ki her güvenlik durumu geçicidir ve içinde güven ve güvence barındırdığı sürece toplumsal rıza ve itaat üretir. Aksi halde, devlet toplumdan bağımsız ve daha derin bir yozlaşmanın içine sürüklenebilir.

Dolayısıyla, toplum ve devlet ilişkisi bizi kaçınılmaz olarak devlet-hükümet ayrımına götürür. Hükümet, devletin üstün iradesinin yöneldiği amaçları toplum adına gerçekleştirmek için vardır ve devletten çok toplumun devamıdır: “Hükümet, kendi başına en üstün zorlayıcı güç değildir; sadece bu gücün amaçlarını gerçekleştiren idari mekanizmadır.” (s.23).

O nedenledir ki hükümetin devletle toplum arasında bir yerde konumlanması kaçınılmazdır. Her iki tarafa eşit mesafede, her iki tarafın baskısına karşı koyabilecek güçte ve her iki tarafın amaçlarını uzlaştırabilecek yetkinlikte olması gerekir. Hükümet, ne bütünüyle toplum ne de bütünüyle devlet demektir. Ancak aynı zamanda her iki tarafın denetiminde ve kontrolünde de olmalıdır. “Zira, her hükümet, yanılabilir insanlardan oluşur; sahip oldukları otoriteyi kasıtlı olarak kendi bencil amaçları için kullanabilirler. Tamamen iyi bir niyetle, ancak hiç de makul olmayan bir şekilde, küçük bir kesimin kişisel çıkarlarını, topluluğun bütününün iyiliği ile karıştırabilirler. Bulundukları konumun gereklerinden habersiz olabilirler veya gereklerini yerine getirmekte yetersiz olabilirler.” (s.24). Buna şunu da eklemek gerekir ki, “Tarihin en kötü hatalarından bazıları, doğru olanı yapmaktan başka hiçbir niyeti olmayan insanlar tarafından yapılmıştır.” (s.60). 

Buradan hareketle, demokratik ülkeler açısından hükümetlerin işleyişi ve onu elinde bulunduran kişilerin yetkinlikleri hayati derecede önemlidir. Hükümet, kağıt üzerinde yazılı olan ne varsa ona ruhunu veren toplumun iradesini devlet gücüyle birleştiren idari mekanizma demektir. “Bununla birlikte devlet ile hükümet arasındaki ayrımın, pratik bir öneme sahip olmaktan ziyade teorik bir mesele olduğunu söylemek gerekir. Çünkü karşılaştığımız her devlet eylemi, aslında hükümetin eylemidir. Devletin iradesi yasalarda bulunur, ama bu yasaların içeriğine anlam vererek onları hayata geçiren hükümettir.” (s.24).

Bunu yapmanın en zor olduğu yer zorlayıcı gücün gerekli olduğu durumlardır. Diğer bir ifadeyle, hükümetler kendi toplumlarına karşı ne oranda zorlayıcı güce başvurmak durumunda kalıyorlarsa o oranda yazılı yasaların içeriğine anlam verme kabiliyetini yitirmişler ve tam da Marksist perspektifin dediği gibi belirli bir kesimin ya da sınıfın kurumsal baskı aracına dönüşmüşler demektir. Ve zor gücü, toplumdaki yozlaşmaların ve bozulmaların devlete sirayet edip etmeyeceğini belirleyen ilişkinin dışavurumu olduğundan, uygulanma biçimi sonucu tayin ve devletin ne olduğunu ifşa edicidir.

Devlet, sanılanın aksine saf bir güç aygıtı değil gücün ancak meşru şekilde kullanılabileceğinin güvencesidir. Bu sayede, bütünüyle adalet için olmasa bile onunla kaçınılmaz bir ilişkiye girmek durumundadır çünkü devlet için adalet, tek kelimeyle meşruluk demektir. Yani, adalet devletin amacı değil meşruluğunu korumak için zorunlu olarak dikkate alması gereken en yüksek toplumsal değerdir.

Bu nokta başlangıçtaki sorumuz açısında kritiktir, çünkü, devletin meşruluğunu kaybetmesi demek toplumdaki bozuklukların ve her türlü yozlaşmanın devamı haline gelmesi demektir. İronik bir biçimde, toplum seçtiği hükümetten devleti kendine benzetmesini isterken kaçınılmaz olarak meşruluğunu sarsıcı davranmakta ve itaat etmekte giderek daha fazla zorlanacağı bir yapının ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

Bugünkü yazının sınırları kapsamında son olarak şunu belirtmek gerekir ki devletle bireysel olarak vatandaşların kurduğu ilişki hükümet üzerinden olduğu gibi aynı zamanda bireysel deneyim üzerindendir de. Yasalara anlamını kazandıran şey, insanların bireysel olarak deneyimleridir. Bu nedenle, devlette bozulmayı önleyen şey, vatandaşların bireysel deneyimlerini özgürce ifade ederek hükümetlerine yön verirken ondaki bozulmalarla devletin meşruluğu arasında ilişki kurabilmeleridir. Devletin meşruluğu, “Vatandaşın aklının devlet işlerinde kendisini özgürce ifade etmesine izin verilmediği durumlarda…gerçek olmayacaktır. Zira, akıllı bir politika, her zaman deneyim üzerine düşünmenin sonucudur; deneyimin dillendirilmesinin yasak olduğu yerlerde, akıllı bir politikanın oluşturulması için gereken materyallerden de, deneyimin yasaklandığı ölçüde, yoksun kalınır.” (s.61).

Tam bu noktada kritik olan şu ki zor gücü veya zorlayıcı güç, yalnızca belirli bir şeyin zorla kabul ettirilmesi veya reddedilmesi değil, deneyimin engellenmesidir. Deneyimle rasyonellik arasındaki kuvvetli bağ, zor gücünün kötüye kullanıldığı her durumda kopar ve geriye toplumdaki yozlaşmalar karşısında büsbütün korunaksız bir devlet kalır. Bunun en önemli tezahürü ise deneyimden ve akıldan yoksun bir irrasyonel güç kullanımı olarak tezahür eder.

Devlet ve hükümet arasındaki ilişkinin vatandaşların gerçek deneyimlerine ve eleştirel düşüncelerinden beslenen rasyonel bir işleyişe dayanmadığı yerlerde ortaya çıkan deneyim eksikliği irrasyonel bir güç kullanımıyla ortadan kaldırılır ancak bu yola ne denli çok başvurulursa devlet de o denli toplumsal bozulmaların etkisi altında kalır. Daha kötüsü, böyle yerlerde hükümetlerin devletleşerek ellerindeki zorlayıcı gücün kullanıcısı değil esiri haline gelmeleridir.

Son olarak şunu söylemek gerekir ki devlet, elindeki zorlayıcı gücün ve şiddet tekelinin kullanıcısı değil esiri haline geldiğinde toplum gerçeklik duygusunu yitirerek deneyimlediği ile düşündüğünü birleştirmekte zorlanır. Geriye ise devlet destekli bir hamaset kalır!

Haftaya devam.       

- Advertisment -