Spinoza nerdesin

Oldukça yorucu bir yolculuk sonrası akşam kararırken Malatya’ya girdiğimde, o çok tanıdığım, çocukluğumun eşsiz tatlarla yüklü sokakları tanınmaz haldeydi. Yıllarca okul servisi beklediğim apartmanın hemen yanında, sırtında battaniyelerle enkaz başında ateş yakıp gelecek bir sesi bekleyen insanların yakarışları, eskiden koca bir kayısı bahçesi gibi olan bu şehre ne kadar da tezat bir görüntüydü. O, bisikletlerle altını üstüne getirdiğimiz sokaklar, köpekten kaçarken çalılara takıldığımız, ırmaklarında yıkandığımız, Ramazanlarda çiğdemler topladığımız yerlere yapılmış binalar altüst olmuştu. Acıyla, hüzünle, göz yaşlarıyla geçtim harabelerin arasından. Tanıdıkları aradım telefonla, açıkta kalanlarla ilgilendim. Şükür ki yakın bir kaybımız yoktu ama bu şehirde herkes birbirine çok yakındı.

Nişantaşı’ndaydım. Uzun soğukların ardından gelen güneşle coşan sokaklarda, neşeli insanların hayatı olanca güzelliğiyle karşıladıkları bir gündü. Bütün kafeler hıncahınç doluydu. Henüz deprem olmamıştı. Hatay gibi, Maraş gibi, Antep gibi, Malatya gibi güzelim kadim şehirler yerle bir olmamış, yaşananlar hepimizi sonsuz bir hüzne boğmamıştı. Geceleri, enkaz altındaki çaresiz anne babaları ve çocukları düşünmeksizin dalabiliyorduk uykuya. Ertesi sabah güne nasıl başlayacağımızdan emindik.  

Bir grup arkadaşla yoğun bir toplantı sonrası katılmıştık Nişantaşı sokaklarının neşesine. Keyifliydik. Konuşmalarımıza gülüşmeler eşlik ediyordu. Biraz ilerdeki İş Bankası Yayınevi’ne uğramak istedik. Daha çok ben istedim. Gruptakiler de kırmayarak gelmişlerdi. Yayınevi, bir süre önce mağazasını yenilemiş, sadece kitap satılan bir yer olmaktan çıkarak toplantıların yapıldığı, kahvelerin içilip kısa sohbetlerin edildiği, profesyoneller için sıcak ve oturulası bir mekan haline gelmişti. Tek sorun çok kalabalık olmasıydı. Raflardaki kitap sayısı da azalmıştı sanki.

Mekandaki sıcaklık hepimize geçmişti. Kitaplara bakınmaya ve birbirimize tavsiyeler vermeye başladık. Kitap almadan çıkmamalıydık. Herkes kendince bir şeyler buldu. Tavsiyelerimi soranlar oldu. Stefan Zweig’ın Brezilya’sını tavsiye ettim birine. Pek ilgisini çekmedi sanki ama öylesine bir heyecanla söylemiştim ki almadan edemedi! Sıra bana geldiğinde ellerim hâlâ boştu. Bir süre sonra, daha önce iki kez aldığım ünlü antropolog Ruth Benedict’in Japon kültürünü anlattığı Krizantem ve Kılıç kitabı gözüme çarptı. Bu kitabı çok eskiden okumuş ve faydalanmış, yakın zamanda yeniden ve daha derinlemesine okumak gibi bir isteğe kapılmış, gelgelelim bir türlü fırsat bulup yapamamıştım. Bu gibi durumlarda okuyamadıkça, kitabı yeniden satın alma gibi kötü mü iyi mi olduğunu bilmediğim bir huyum olduğundan, en kötü birine hediye ederim diyerek üçüncü kez satın aldım. Başka bir kitap daha almak istedim. Hiç bilmediğim, ilk kez okuyacağım bir kitap. İçinde o günün sıcaklığını, sokaklardaki heyecanı ve insanlardaki coşkuyu barındıracak, şen düşüncelerle, hayat bilgelikleriyle dolu bir kitap! Gereksiz gülüşmelerime son verecek, beni kendime getirecek güçte bir kitap!

Derken ince bir kitaba denk geldim. Kitabın kapağı ve yazarın ismine aşinaydım ama başlık oldukça yeniydi: Spinoza Mucizesi. Hiç okumadığım bir ismin, Frédéric Lenoir’in kitabıydı. Daha önce başka bir kitabını okumuş olduğum hissine de kapıldım ama hatırlayamadım. Biraz karıştırınca hemen kasanın yolunu tuttum. O gün oraya, bu kitap için girmiş olduğumu düşündüm nedense. Akşam İstanbul’dan Ankara’ya dönerken yolda okumak için sabırsızlanıyordum. Fakat, okuyamadım. Kitap uzun süre çalışma masamda bekleyip durdu. Canlı bir varlık gibi “hadi artık” der gibi beni izliyordu. Ben de onu izliyordum. Acaba biraz daha bekletip öfkelendirsem bir sonraki adımda ne yapacak diye merak ediyordum! Aynı odada uyuyorduk. Deprem, zihnimizi alt üst etmemişti henüz, her şeyde biraz oyun bulabiliyor, çocuksu duygularımızdan utanmıyorduk!

Böylece bir iki hafta geçti. Bir sabah hayatımın en sarsıcı haberiyle uyandım: Malatya yerle bir oldu demişti uyandıran ses. Ah, şehirler yerle bir oldu! Annem babam geldi aklıma, hemen telefona koştum. Çok korkmuşlardı, evleri hasar almıştı ama şükür ki iyilerdi. Dışarıda olduklarından ve fazlaca bir iletişim imkânı bulamadıklarından, olayın büyüklüğünün, durumun dehşet vericiliğinin farkında değillerdi. Ya da belki de şoktaydılar henüz! Daha önce ara ara olan depremlerin bir seviye üstü gibi görüyorlar, biraz bekleyip evlerinde dönmeyi düşünüyorlardı. Pek çok insanın yapacağı gibi! Saatlerce telefonla konuşarak girmemelerini ve dışarıda beklemelerini sağlamaya çalıştım. Tablonun ağırlığını ve hiçbir şeyin artık eskisi gibi olamayacağını alıştıra alıştıra anlattım. Aynı günün gecesinde arabayla Malatya’ya doğru yoldaydım.

Kayseri-Malatya arasındaki yolun bazı yerleri de depremden etkilenmişti. Daha yoğun bir güzergâh olduğundan işlerin kaotik olacağını tahmin etmek zor değildi. Bu nedenle, Yozgat ve Sivas üzerinden gitmeye karar verdim. Onlarca kilometre kar ve buz üstünde, göz gözü görmeyecek kadar düşük mesafelerde kamyonlarla tırlarla peş peşe gittim. Yol boyunca çocukluğumu ve çocukluğumun Malatya’sını düşündüm; tam anlamıyla burnumun direkleri sızlayarak. Her nedense en çok pide fırınları geldi aklıma; önlerinde kuyruğa girdiğimiz, dumanı üzerinde loş ekmekler, patlıcan tavalar, tepsi tepsi baklavalar, pideler, közde biber yaptırdığımız, hayatımızın piştiği pide fırınları. Bir de bisikletle dolaştığımız yerler geçiverdi zihnimden. Bir keresinde Horata deresinin kenarından geçerken arkadaşlarımızdan birinin suya düştüğünü hatırladım bütün canlılığıyla. Sırılsıklam olmuştu ve biz izin verilen mesafenin çok ötesinde, hiçbir şekilde bulunmamamız gereken yerlerdeydik. Korkuyor ve gülüşüyorduk! Malatya, çocukluğumun uzak ve güzel ülkesi, yerle bir olamazdı!   

Oldukça yorucu bir yolculuk sonrası akşam kararırken Malatya’ya girdiğimde, o çok tanıdığım, çocukluğumun eşsiz tatlarla yüklü sokakları tanınmaz haldeydi. Yıllarca okul servisi beklediğim apartmanın hemen yanında, sırtında battaniyelerle enkaz başında ateş yakıp gelecek bir sesi bekleyen insanların yakarışları, eskiden koca bir kayısı bahçesi gibi olan bu şehre ne kadar da tezat bir görüntüydü. O, bisikletlerle altını üstüne getirdiğimiz sokaklar, köpekten kaçarken çalılara takıldığımız, ırmaklarında yıkandığımız, Ramazanlarda çiğdemler topladığımız yerlere yapılmış binalar altüst olmuştu. Acıyla, hüzünle, göz yaşlarıyla geçtim harabelerin arasından. Tanıdıkları aradım telefonla, açıkta kalanlarla ilgilendim. Şükür ki yakın bir kaybımız yoktu ama bu şehirde herkes birbirine çok yakındı. Yakın olmak insanlardan çok şehrin kendisiyle ilgiliydi. Her şey herkesi çok yakından acıtırdı bu yüzden!  

Gece geç saatlerde güvenli bir yer bulmaya çalıştım. Bir spor salonunda kaldım. Arabanın bagajındakileri hiçbir şeyin farkında olmayan çocuklara dağıttım. Bisküvi, çikolata gibi şeylerdi. Sevinmek için çocuk olmak yeterliydi. O karmaşanın içinde basket oynayanlara baktım uzun uzun. Hayatın her şeye rağmen devam edişine şaşırdım; susamak, acıkmak ve üşümek garipti! Çocukların saf yüzlerine uzun uzun daldım. Onların yüzünde kendi çocukluğumun coşkulu masum yüzleri gizliydi sanki. Onlar da bize bakıyordu.   

Ertesi gün Ankara’ya doğru yola çıktım sabahın ayazında. Sivas yolunda karla kaplı yüksek geçitlerden geçtim yanımda annem babam ve Malatya’yla. Akşama doğru eve geldiğimizde rahatlama değil huzursuzluk ve kocaman bir boşluk vardı içimde. Uzun süre hiçbir şey yapamadım. Hiçbir şey okuyamadım ve yazamadım. Zorunlu rutinleri yerine getirmek epeyce zorladı. Günler sonra, öylesine bir kitap açıp okumak istedim. Bir teselli arıyordum aslında. Böylesine acılarla dolu hayat karşısında her türlü küçük teselliye ihtiyacım vardı.

Çalışma masasındaki kitaplara bakınırken, artık eskisi kadar kızgın görünmeyen Spinoza Mucizesi’yle göz göze geldik. Nihayet sıra bana geldi değil mi der gibiydi, sadece zor zamanlarda hatırlanan dostların yüzündeki imalı ifadeler gibi. Teselli bulabileceğimi çok da düşünmeksizin, içimden gelen itkiyle, öylesine açıvermiştim kapağını. Bir mucizeye ihtiyacım vardı ve kitabın başlığı davetkârdı.  

Spinoza’yı bilmez değildim elbette ama gerçek anlamda ilk kez bu kadar yakından tanıyordum. Duyguyla düşünceyi çok iyi birleştiren bir yanı olduğunu öğreniyordum. Tam da buna ihtiyacım vardı: Duygu yüklü düşünceler, bilgece sözler ve acılarla yoğrulmuş fikirler arıyordum. Lenoir de çok güzel anlatıyordu: “Spinoza kesinlikle muhteşemdir ve entelektüel kudretini takip etmek bazen zor olsa da düşünceleri sadece ve sadece; hiçbir buyurgan istikamet belirlemeksizin, herkese neşenin yolunu gösteren bir bilgelik sunma hedefi taşır.” (xiii).

Neşelenmek istemiyordum. Sadece hüzünlenmek, ağlamak, ağlamak ve ağlamak istiyorum. Kitap da benimle birlikte ağlasın istiyordum. Kimseler görmeden ağlayalım, kaybettiğimiz çocuk yüzlerinden dökülen yaşlarla toprağa kapanalım istiyordum. Okumak iyi geldi. Teselli edici olduğu kesindi. Belki de acıların tek çaresi ölümsüz düşünceler diye düşündüm.

Haftaya devam etmek dileğiyle, depremde yakınlarını kaybeden, acısını yaşayan herkese, hepimize başsağlığı ve büyük sabır dilemek istiyorum.

- Advertisment -