A. Erkan Koca

Vasatlığın iktidarı

Vasatlık bir yetersizlik değil “yeterlilik” sorunudur. Vasat kişiler, hayatın değişmezliğine inanan ve dolayısıyla büyük amaçların gerçekleştirilemez olduğunu düşünen kimseler oldukları için insanlar arasında bir yetenek farkı görmezler. Herkes ortalamada eşitlenmeli, sıradanlık öne çıkabilecek bir özelliğe dönüşmelidir.

KİTAP | Zavallı Afganistan, zavallı Şark

Olivier Roy’un Kayıp Şark’ın Peşinde’si çok şey öğrendiğim bir kitap. Yalnızca Afganistan’a dair değil aynı zamanda bir saha uzmanı olmanın nasıl olduğunu, sahada çalışmanın ne demek olduğunu öğrendiğim, bana göre denenmiş derslerle yüklü bir metin.

Editör ne iş yapar? Ya da, fazladan iki adım attırmak

Bir şeye henüz kimse değer biçmemişken değer verebilmek hayli zor bir iştir. Editör bunu yapar; değer görür, değer biçer ve bunun teslim edilmesini ister. İçinden bir his bunu söylemektedir. Kimi zaman, yazarın dahi farkında olmadığı bir histir bu ve çok değerlidir. Bu his, saklı bir değerin kendi yolunu bulup açığa çıkması için engelleri kaldıran şeydir.

Müllerci misin?

Bu ülkenin kaderi galiba, duymak istenmeyenlere kulak kabartan herkesin bir anda Müllerci yapılması. Meclis’te konu ne olursa olsun sürekli aynı şeylerin tartışılması! Ve Maliye Bakanlığı rakamlarının asla diğer kurumlarınkiyle birbirini tutmaması! Her türlü düşünce, görüş ve değerlendirmenin -yanlış ya da kötü niyetli bile olsa!- bizi doğruya götürecek olmazsa olmaz bir gereklilik olduğuna inananların öylece hain ilan edilmesi…

Ahmet Ağaoğlu’nun Serbest Fırka hatıraları

Serbest Fırka tecrübesi, statükodan beslenen Fırkacı siyasilerin çok olduğu bir yerde özgürlüğe ve demokrasiye samimiyetle bağlanmanın ne büyük bir cezaya ve karşı öfkeye dönüşebileceğini de gösterir.

Reşat Nuri’nin sanatı

Yani, inandırıcılıktır esas olan ama bir tiyatro eseri ya da film, hiçbir zaman tam bir inandırıcılığa sahip olamayacağından, inanmak istediğimiz inanırız. İnandırıcı olması aynı zamanda bizim inanabilir olmamıza ve inanmak isteyip istemememize bağlıdır. Kendine inanamayan insanlar sanata da inanmazlar bu yüzden.

Aşırı ilgiden bilinmezliğe Reşat Nuri’nin tiyatro yazıları

Reşat Nuri’nin her bir kitabı üzerine uzun bahisler açmak gerekir. Ama ben bugün bir zamanlar son derece ilginç bir biçimde Kültür Bakanlığı tarafından 1000 Temel Eser kapsamında bakılmış ve her ne hikmetse bir daha da yüzüne bakılmamış, son derece önemli derleme eseri, Reşat Nuri Güntekin’in Tiyatro İle İlgili Makaleleri’nden bahsetmek istiyorum. Bu kitap birkaç nedenle bende ilginç bir etki bırakmıştır. Tarihle polisiyeyi birleştiren yazar okuyanlara inat tam bir Pazar kitabıdır ve de.

Pazar Konuşmaları’na devam

Boğaziçi’nin açık tepelerinde, “fıstık çamının yayvan dalları altında” dört farklı ideolojiden insanı konuşturuyor Falih Rıfkı. Tahmin edilebileceği gibi bunlardan biri Rusyacı, bir diğeri “liberal gibi”, bir diğeri muhafazakâr ve sonuncusu da laik-sosyalist. Konuşma bir süre sonra tartışmaya döndüğünde gruptan biri Rusyacı olanı kastederek: “Bu Bolşevik’in fıstık ağacı altında ne işi var?” diye soruyor. Ötekilerden biri, “Siz demokrat değil misiniz?” diye karşılık verince adam, “Ben Bolşeviksiz demokrasinin demokratıyım” diyor. Bir diğeri, “Ben inkılapçı demokrasinin demokratıyım.” diye söze katılıyor

Falih Rıfkı’nın Pazar Konuşmaları’nı okurken…

Günlerden bir gün beni yine bir rica için odasına çağırdı. Bu kez bir derginin Bakanla röportaj yapmak istediğini ve konu başlıklarının da polislerle ilgili yeni düzenlemeler, tartışmalar ve iç güvenlik meseleleri olduğunu söyleyip bunu benim yapmamı istediğini iletti. İlk anladığım şey, her zaman olduğu gibi bazı notlar hazırlayacağım ve en fazla önceden iletilen sorulara cevaplar oluşturup Bakan’a iletmek gibi bir şey yapacağımdı. “Tabii olur,” dedim çok düşünmeden. Koskoca Bakan kendi cevaplarını hazırlayacak değildi ya!

Mutluluğun Sakıncaları

İnsanlar bize imrensin, bizim yerimizde olmak istesinler istiyoruz. Çünkü aksi halde kendimizin ve hayatımızın değerinden emin olamıyoruz. Ve ne kadar çok insan bizim yerimizde olmak istiyorsa o kadar mutlu oluyoruz.

İstemsiz

Yazmak, Knausgaard için tıpkı okumak gibi bir eylemdir; her an her yerde ve her şekilde yapılabilir ya da öyle olduğunda gerçek anlamda yazar olunabilir. Kendiliğinden, istemsizce ve öylece geliveren düşüncelerle ilerleyen bir süreçtir. Tıpkı yaşamın kendisi gibi yani!

İstanbul’un halleri

Üç İstanbul, Abdülhamit’in istibdat dönemiyle başlayan ve önceleri konaklarda özel dersler vererek hayatını kazanırken İttihat ve Terakki’nin İstanbul’daki gizli teşkilatına girmesiyle kaderi büsbütün değişen dava vekili Adnan’ın şahsında II. Meşrutiyet’in ve sonrasında gelen Mütareke döneminin görünen ve görünmeyen yüzü. Fakir bir kenar mahalle çocuğunun Osmanlı’nın kaderine yön verecek kadar eriştiği iktidar temerküzünün sonra bir anda yerle bir eden trajedisi.

Yola devam

Yeterince uzun ve amacı kendisi olan bir yürüyüşten sonra içimizdeki her türlü şiddetten, kızgınlıktan ve güç yanılsamasından arındığımızı hissederiz. Hiçbir şey kazanmamış, elimize hiçbir şey geçmemiş ama neyle olduğunu bilmediğimiz bir şeyle çok güçlü bir biçimde tamamlanmışızdır. Yüzümüzden yansıyan mutlaka “cesur bir neşe” halidir ve gerçek politik -ve de manevi- değişimlerin ana duygusu işte bundan başka bir şey değildir!

Yol aşkı: ya da kadın zihninden yürüme

Solnit için de yürüme, hayatın içindeki her şeyle ilgilidir ve bu nedenle her şeyin içinde mutlaka var olan bir eylem biçimidir: “Din, felsefe, çevre, kent politikaları, anatomi, alegori ve aşk acısı diyarlarına kolayca girip çıkan yürüme, dünyanın en tanıdık ama aynı zamanda en karmaşık şeyidir.”

Doğa ve yürüyüş üzerine

Gönüllü sadelik, tıpkı yürümek gibi, basit, sade ama iradi ve güçlendirici bir yaşam biçimidir. Vazgeçebilmeyi, istemeyebilmeyi, paylaşabilmeyi ve fazlalıklardan arınmayı içerir. Şöyle de diyebiliriz ki insan ancak gönüllü olması halinde sadeleşebilir ve ağırlıklarından kurtulabilir. Doğaya ulaşmanın yegâne yolu bu şekilde ulaşacağımız bir sadelik ve yürüyüştür. Yürüyüş, insanın en sade ve en gönüllü eylemidir.

Bir bilimkurgu masalcısı: Ursula K. Le Guin

Bilgelik her zaman bir çocuk masumiyetine ihtiyaç duyar ve bu bize henüz yaşanmamış olanda daha fazla saklı olduğunu düşündürür. Tam da bu nedenle bilgece metinler kıssalardan çok masala yakındırlar, çocuksuluğu yaşanmamış olanla birleştirir sonra bizden aldıklarıyla her defasında yepyeni bir ülke kurarlar.

Mesleğim yazarlık

Yazmak, hayatı kendine anlatmaktır bir bakıma ve bunun için illa yazıya dökmek de gerekmez. Pek çok insan hiç yazmadan bütün ömür bir yazar gibi yaşar. Diğer bir deyişle, hayatı kendimize anlatır gibi yaşamaktır yazmak ve bütünüyle kendi hayatımızın ürünüdür. Hiç kimse bir başkasını yazar yapamaz. Uzak ve ilginç diyarlara gitmek, enteresan insanlarla karşılaşmak ya da ilginç bir hayat yaşamak da gerekli değildir çoğu zaman, hatta hiç.

Sosyoloji ne işe yarar?

Sosyoloji, her koşulda konfor alanlarını sarsıcıdır. ‘Doğal’, ‘değişmez’, ‘böyle gelmiş böyle gider’ olarak görülen ne varsa öyle olmayabileceğini açık eder, toplumsal olanın noksan ve sorunlu yanlarını görmemizi sağlar; “Şeylerin, eylemlerin, eğilimlerin ve süreçlerin ‘zorunluluğu’ ve ‘doğallığına’ duyulan popüler inançların altındaki temelleri baltalamaya mahkûmdur. Onların oluşumu ve devamlılığına katkı yapan mantıksızlıkların maskesini düşürür.

Gökyüzüne kement atmak: Çocuk edebiyatının annesi Gülten Dayıoğlu

Gülten Dayıoğlu ülkede hâlâ eksikliği fazlasıyla hissedilen bir alanın ilklerinden ve “çocuk edebiyatı” başlığının yayılmasının arkasındaki isimlerdendir. Bu nedenle denebilir ki çocuk edebiyatın annesidir. Aslına bakılırsa o hep bir anne olmuştur (her çocuk kitabı yazarı kendi kendisinin annesidir!). Sevgisi öfkesine, kızgınlıklarına ve acılarına baskın, şefkatli bir anne gibi gelir bana hep.

Gölgede ve Güneşte Futbol

Milli takım Şenol Güneş’le birlikte çok önemli bir şey öğrendi: “Kazandığında çok sevinmemeyi, kaybettiğinde de yerinmemeyi.” Bu durum, duygusal dengesizliği bastırdı ve akılcılıktan kolaylıkla sapma eğilimlerimizi sürekli olarak kontrol altında tutabildi. Yeni bir his ortaya çıktı: rakibin yenilgisinden çok kendi zaferinden zevk alma hissi. Galibiyetleri ötekinin aczine değil kendi oyununa bağlama zevki.

Yine Tarkovski

Sanat bizde olmayanı hissetmemizi, tamamlanmamızı sağlar. İçimizdeki boşluğu doldurur. Sonsuz genişlikte bir dünyanın ferahlığını duyurur. Filmleri izlemeye giderken biraz da kendimizi izlemek isteriz bu yüzden.

Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar

İnsanın hayatta ne kadar mutlu olabileceği onu ne ölçüde kavradığıyla ilişkilidir. Esas olan mutlu olmaya çalışmak değil hayatı anlayıp kavramaktır. Tam bu noktada, dünya insan aklının yetmeyeceği büyüklükte anlaşılmazlıklarla doludur ve zihin de zaten akıldan ibaret olmayıp en az dünya kadar anlaşılmaz bir alandır. Anlaşılacağı gibi Schopenhauer idealist tarafta yer almaktadır ve asıl çabası bir tür idealizmi görünür kılma, teoriye dönüştürme arayışıdır.

İnsan insanın en büyük neşesidir

Modernist kentler büyüktü, temizdi, aydınlık ve dışarıdan bakınca güzel görünüyordu ama “yürümüyordu”. Donuk bir resim gibi asılı kalıyordu yanından geçip giden insanların kafasında ve onlara geçmiyordu. Duygu geçirmiyordu. Soğuk ve iticiydi. İnsanların işleri yoksa dışarı çıkıp şehre karışmaları için neredeyse hiçbir neden bırakmıyordu, oysa anlam denilen şey tam da o anda başlıyordu.

Sayısız şey düşünmek için harika bir yönetmen: Tarkovski

Tarkovski’ye göre bir filmi ya da sanat eserini tıpkı çocukların hayatı izleyişleri gibi görmedikçe haz almak oldukça zordur. Katıksız, yalın, basit ve kendini sanatsal olanın anlamına kolayca bırakıp kapılabilen kişi sanat zevkine ulaşır ve gerçek manada anlama ulaşır.

Hayır, ekonomi nihai belirleyici değildir!

Ekonomik koşullar değiştikçe insan davranışı değişir ama bu, birincisi, birbirine benzemek şeklinde değil daha hakiki duygular üzerinde farklılaşma şeklinde tezahür eder; ve ikincisi, zorluk arttıkça özgürlük zannedilenin aksine azalmaz, artar ve anlam ancak özgürlük oranında açığa çıkarılabildiği için yaşamın anlamı da ancak zorlukların arkasından kendini gösterir.

Serbest İnsanlar Ülkesi’nde

Bu ülkede, devlet görevlileri tam bir liyakat ve ehliyetle atanır. Ehliyet son derece önemlidir çünkü memleket işlerinin ehliyetsizler elinde kalması yalnızca işlerin kötü gitmesine ve çürümeye neden olmaz aynı zamanda bir süre sonra genel ahlakı da bozar. Belki de en kötüsü bu tür yerlerde, “Genç nesil, muvaffak olmak için yol ararken gördüğü misal ehliyet ve fazilet olmadığından ilme, fenne, ciddiyete, çalışkanlığa, doğruluğa kıymet vermez; bunların yerine sokulganlığa, dalkavukluğa, kurnazlığa, hile ve desiseye yanaşır.

İstanbul-Dubai uçağında Erich Fromm’la nasıl tanıştım?

Anlattıkları beni çok şaşırtmıştı. Yoga konusu ve Hint felsefesi henüz bu kadar genel geçer bir zamanında değildi hiç şüphesiz. Sonra, uzun yıllar yatılı ve kapalı okumuştum. Kadın anlattıkça, “Çok ilginç” diyebiliyordum sadece. Çok ilginçti benim için. Ona göreyse ilginç olan benim gidişimdi!

Yol bilenler

Hiçbir kadim kültürün ana amacı “daha iyi” bir yaşam olmamıştır, çünkü daha iyi bir yaşam gerçek manada bir amaç değil amaçsızlıktır, oysa varlık ve insanlık amaçsız bir dünyada ancak kendini sonlandırabilir.

Yine bir Abbas Sayar kitabı vesilesiyle

Akşam ajansı ya da yatsı namazı sonrası derin bir uykuya dalan bu insanlar gece ışığında ne konuşuyorlardı? Kendilerince strateji yapıyorlardı. Satılan tarlaların pişmanlığı dindiriliyor, gideceklere teselli veriliyor, topraklarından ayrılma ihtimalinin yarattığı iç korkusunu bertaraf etmeye çalışıyorlardı: “Alamanı sittin sene yurt yuva yapacak değilsin ya…"

Bir hür düşünce insanı olarak Mevlana

Tarlan, Mevlana’daki bu kırılmanın peşinden yaşananları şöyle anlatır: “Artık vakur alim, laubali bir rind olmuş, bir mecnuna dönmüştü. Tamamen başka bir aleme girmişti. Şems’ten bir an ayrılmıyordu."