Alper Görmüş

Gergerlioğlu ve onun ‘büyük imtihanı kaybetmiş’ eski yoldaşları

“Dün beraber ağladığımız arkadaşlarımız bugün zalim. Çok duyarsızlar, çok hissizler, çok zalimler. Büyük imtihanı kaybettiklerinin farkında değiller. Kaybettiler, kaybettiler büyük imtihanı. Nedir mi o imtihan? Zalimin ve mazlumun kimliğini sormamak imtihanıdır o imtihan.”

Yılbaşı yaklaşırken, Roboski’den iki gün sonraki kutlamaları bir daha hatırlamak

31 Aralık 2011 gecesi: Yüzlerce anne, baba, eş, çocuk sadece iki gün önce kendi ülkelerinin uçakları tarafından bombalanan sevdiklerinin karlar içindeki mezarları başında ağıtlar yakarken, Türk televizyonlarından kahkahalar, çığlıklar yükseliyordu.

Reform: Neden olmadı ve neden olmayacak?

İktidarın reform yapıp yapamayacağı sorusuna gerçekçi bir cevap vereceksek, önce şu sorunun cevabını bulmalıyız: Erdoğan, kullandığı güç modelinde bir değişikliğe razı olabilir mi? Erdoğan’ın zihniyet dünyasının içinden baktığımızda da, olgusal gerçekleri gözlemlediğimizde de bu soruya “razı olabilir” diye cevap vermek mümkün görünmüyor.

Aleviler Türkiye’de aradıkları hukuku Almanya’da buldu

Aleviler 30 yıldır sürdürdükleri hak mücadelesi sonunda Almanya'nın Kuzey Ren Vestfalya eyaltinde “inanç toplumu” statüsü aldılar; artık kilise cemaatinin sahip olduğu bütün haklara sahip olabilecekler. Kervan, her şeye rağmen yürüyor… Birileri ürüyor diye tarih durmuyor.

Büyüklerimizin büyük (fakat görünmez kılınmış) sorumsuzlukları

“Dün akşamdan beri şunu düşünüyorum: zamanında günlük ve toplam vak’a sayısını doğru verseler, yalan söylemeseler, bilgi saklamasalar insanlar bu kadar rehavete kapılmayacak, muhtemelen bu rakam bu kadar büyük olmayacaktı. Otoriterlik ve başarılı lider kültü üretme çabası can yakıyor, can heder ediyor...”

Daha Şeker’i yok!

Eylül: “Baba, sana bir şey söyleyeceğim ama alınma lütfen: Şeker’den ilk defa bu kadar uzak kaldım ve anladım ki onu senden daha çok özlüyorum…” Ben: “Bunda alınacak ne var kızım, gayet iyi anlıyorum seni; ayrı kalınca ben de Şeker’i senden daha çok özlüyorum…”

ANALİZ – Habertürk’te basın özgürlüğü isyanı

Habertürk’ün RTÜK isyanı, “daha önce başka kanallar cezalandırılırken nerelerdeydiniz”e bağlanıp küçümsenecek bir olay değil. Basın özgürlüğü odaklı bu itirazı sakatlayan tek nokta, iktidarın basın özgürlüğünü kısıtlarken kullandığı meşruiyet gerekçesine fazlasıyla sığınmak: “Fakat biz de yerli ve milliyiz, bakın şu şu şu olaylarda nasıl da milli bir tutum sergiledik!”

ANALİZ – Bilim Kurulu: Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık!

Cumhurbaşkanı’nın koronavirüsle mücadelede Bilim Kurulu’nu “birinci dereceden sorumlu” tutmasının hakkaniyetli olmadığı çok açık. Fakat hiçbir Bilim Kurulu üyesi Cumhurbaşkanıyla polemik yapma cesareti gösteremeyeceği için sorumluluğa dair algı yavaş yavaş Bilim Kurulu üyelerini üzecek yeni biçimler alabilir.

Ah Ali Bey, ‘virajı alışların’ eski tadı mı kaldı?

Ah Ali Bey, siz bilmezsiniz, belli ki artık ikrah edip bir noktada kesmişsiniz izlemeyi; bu konu asıl eskiden, Erdoğan’ın ani dönüşlerinin yeni yeni başladığı zamanlarda çok zevkliydi. “Troller, kuşlar, yandaşlar” artık öğrendiler kiminle dans ettiklerini, öyle hemen dolduruşa gelip öne atmıyorlar kendilerini; yakında yeni bir dönüş olur, temkinli olalım diyorlar. İnanın, yok bu işlerin eski tadı.

ANALİZ – Belediye başkanı istifa ederse ne olur? Kars’ta (HDP) şöyle, Siverek’te (AK Parti) böyle olur

AK Parti iktidarı, gözaltındayken istifa edeceğini açıklayan Kars Belediye Başkanı Ayhan Bilgen’in yerine hiç beklemeksizin kayyum atamıştı. Dün (28 Kasım) Siverek Belediye Başkanı Şeyhmus Aydın’ın istifasının ardından İçişleri Bakanlığı Belediye Kanunu’nu işletmeye karar verdi. Yani başlıktaki sorunun cevabı şöyle: İstifa eden başkanın partisine bakılır, karar ona göre alınır.

ANALİZ – Hangi gazetecinin ‘yıpranacağına’ devletin karar verdiği bir ülke…

Gazetecilere tanınan ‘yıpranma hakkı’, 212 Sayılı Basın İş Kanunu’na tâbi sigortalı gazetecilere beş yıl erken emekli olma imkânı tanıyordu. Geçtiğimiz hafta kabul edilen bir kanun, bu haktan faydalanmak için İletişim Başkanlığı’nın verdiği basın kartına sahip olmak şartını da getirdi.

Yargıtay, son Bylock kararıyla da asıl soruna gelemedi

Yargıtay 16. Ceza Dairesi, bir davada sanığın Gülencilikle bağının ispat edilemediği gerekçesiyle Bylock’tan mahkûmiyet kararını bozdu. Ne var ki Yargıtay hâlâ Bylock üzerinden mesela iki cemaat mensubunun birbirine dua göndermesini “örgüt üyeliği”nin delili saymaya devam ediyor. Oysa Bylock’ta asıl ve büyük problem şurada: Gizli ve kapalı bir örgütün, içinde örgütsel sırların da yüzdüğü bir enformasyon ağını 200 bin, 300 bin kişinin “kullanımına” açması aklın alabileceği bir şey mi?

Arınç’ın en büyük hasleti: Mahalle linçini göze alabilmek

Türkiye’de mahalle linçinden daha kötü bir kader olamaz. Başka mahallelere karşı cengâver kesilenlerin dönüp de kendi mahallesine karşı tek eleştirel laf edememesinin nedeni, başa geleceği kaçınılmaz olan dışlama refleksidir. Birinin fikrî cesaretini kestirmeden ölçmek mi istiyorsunuz? Onun mahalle linçini göze alıp alamadığına bakın. Bülent Arınç’ın burada hiç kuşkusuz müstesna bir yeri var.

Geriye dönüş, ‘irade’ olsa bile mümkün değil

Mevcut tablo, ortada bir iradenin olup olmadığı sorusuna bile açık. Erdoğan’ın dilindeki bir günden öbürüne değişen sözler, ortada samimi bir iradenin olup olmadığı hususunda ciddi kuşkular doğuruyor. Velev ki yanılmış olayım, velev ki ortada samimi bir irade olsun, bence o iradenin kuvveden fiile çıkması ve AK Parti’nin yeniden reformcu bir parti haline gelmesi mümkün değil.

Popülist liderlerin cazibesinin öbür vecheleri

Popülist liderler “sıradan” insanların diliyle konuşuyorlar, anlaşılabilir ve basit hedefler koyuyorlar. Sıradan insanlar, bu sayede kendilerini ‘siyaset’in parçası olarak düşünebiliyorlar; çünkü, aydınların ve onların desteklediği siyasi iktidarların yarattığı ortamın tersine, kendilerini artık ‘anlaşılabilir, kavranabilir’ bir siyasetin içinde buluyorlar.

Sırları şurada: Küçümseyenleri küçümsüyorlar

Kendisini küçümsenmiş hisseden, fakat küçümseyene karşı durmada yeterince donanımlı olmadığı için küçümsenmeyi sineye çekenlerin psikolojisi son derece basittir; kendisini küçümseyeni küçümseyene minnettar kalır. Tümüyle duygular dünyasına ait bu argümanın, popülist liderlerin yükselişinde ağırlıklı bir rol oynadığını düşünüyorum.

‘Ezik’ kitlelerin plasebosu: Popülist liderler

Popülist liderlere oy veren kitlelerin ‘çağdaş-modern’ ölçülere uymayan ‘ilkel’ davranışları ve duyguları var, evet: Irkçılık yapıyorlar, militaristler, şiddeti savunuyorlar… Fakat bunlar onların içinde doğal olarak bulunan kötülükten değil, eziklik ve korku gibi gerçek ve insani duygulardan kaynaklanıyor. Popülist liderleri tercih eden geniş halk kitlelerini aşağılayarak gidilecek yer yok.

MEDYA KRİTİK – Çocuklarınıza ne dediniz?

Hepimizi ilgilendiren, günün tartışmasız bir numaralı haberini vermek için yukarılardan icazet bekleyen gazetecilerin pozisyonu, görev ahlakı açısından mesela büyük bir depremin enkazına, sanki kendisini hiç ilgilendirmiyormuş gibi, sanki görevi değilmiş gibi sırtını dönen bir belediye başkanından farklı değildir. Çok merak ediyorum: Acaba bu meslektaşlarımız dün geceden beri çocuklarına ne diyor?

Trump ‘kaza’ değilmiş, dünya artık böyle!

Dünyada popülist liderlerin geniş kitlelerin ‘rasyonel olmayan’ teveccühüne mazhar olmalarını açıklama çabasına giren birinin önünde iki yol var. Biri kolay ve basit öbürü zor ve karmaşık. Birinci yolu seçenler popülist liderlere kızdıkları kadar ‘neden oy veriyorlar acaba’ diye sormadan onları seçenlere de kızıyor. İkinci yolu seçenler ise ‘Neden oy veriyorlar acaba’ sorusunu sorup anlamaya çalışıyor. Biden kazanmış gibi, fakat yine de asıl Trump ve öbür popülist liderlerin 'kaza' değil 'tercih' olduğunu anlama ve 'neden?' diye sorma zamanı.

ANALİZ – Çanta, medya, yargı, siyaset…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın çantasıyla ilgili tartışmalar, bu ülkenin medyasına, yargısına ve siyasetine dair çok şey söylüyor. Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na yönelik “Sende zerre kadar yürek varsa benimle ilgili konuş, eşimle ilgili konuşma” cümlesi en kritik soruyu akla getiriyor: Emine Erdoğan’ın kullandığı çanta kamuoyunu ilgilendirir mi?

Dayak yeme sırası onlarda… Fransa’nın yetmez ama evetçileri: ‘İslamogoşistler’

Fransa’da yirmi yıl önce harlanmaya başlayan Müslüman antipatisinin bugün ulaştığı boyutların bütün faturası, başta başörtüsü olmak üzere Müslümanlara karşı uygulanmak istenen yasakçı politikalara karşı çıkan özgürlükçü kesimlere çıkartılıyor. Onlara ‘İslamogoşist’ deniyor. Onlar, Fransa’nın yetmez ama evetçileri!

Dünyasız bir kafayla siyasi iktidar mümkün, fakat kültürel iktidar değil

Bence meseleyi, bütün radikallikler gibi İslamcılığın da kendi kurguladığı dünyayı reel dünyanın yerine koymasında, yani ‘dünyasız bir kafa’ya sahip oluşunda aramalı. Meseleye bu açıdan bakıldığında, baskıcı olup olmadığından bağımsız olarak, İslamcılık gibi inanç temelli radikal siyasi akımların (seküler radikal ideolojiler de bazı rezervlerle buna dahil) neden ülkelerinin kültür, sanat ve fikir hayatlarına damga vuracak başarılar elde edemedikleri daha iyi anlaşılır.

MEDYA KRİTİK – Kendi uydurduğun enformasyonla dezenformasyon

Hürriyet gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi’nin “Muhalefetin 2023 modeli” başlıklı yazısı, bir yalana samimiyetle inandığı için zokayı yutan gazetecinin uğradığı ‘masum’ dezenformasyondan da; yalan olduğunu bildiği halde bir kaynağın ilettiği bilgiyi ‘işe yarar’ bulduğu için kullanan gazetecinin ‘gönüllü’ dezenformasyonundan da ötede bir türe giriyor: Kendi uydurduğun enformasyonla dezenformasyon! Dezenformasyonun en zelil türü!

Sıra geldi kanun-kural devletinden çıkışa

Yalnız insanlar değil, ‘hukuk’a pek aldırış etmese bile bu topraklarda devlet de yazılı kanun ve kurallara uymayı bir ‘namus’ meselesi olarak algılayageldi bugüne kadar. Hukuk devletinden zaten çoktan çıkmıştık, fakat galiba artık buradan da çıkıyoruz ve sanki bunun ilk temrinleri de Anayasa Mahkemesi üzerinden yapılıyor.

Sovyet nomenklaturasının ‘sınıfsız toplum’u, Türkiye nomenklaturasının ‘millilik’i

Sovyetler Birliği nomenklaturasının 70 yıl boyunca ‘sınıfsız toplum’ maneviyatı üzerinden derlediği meşruiyetin farklı nitelikte bir benzerini ‘millilik’ maneviyatı üzerinden Türkiye’nin nomenklaturası derliyor. Yine de iki maneviyatın derinliği arasında dağlar kadar fark var. Sovyet nomenklaturasının istismar ettiği maneviyat, kitleleri 70 yıl boyunca etkisi altında tutabildi, Türkiye’nin nomenklaturasının öyle bir şansı yok.

ANALİZ: ‘Vaka-hasta’dan sonra şimdi de ‘kesitsel tarama’ muğlaklığı

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın konuşma tarzında ilginç bir şey var. İzah ediyor gibi yaparken mesele daha karmaşık bir hal alıyor ya da bir şeyi izah ederken devreye yeni bir muğlaklık giriyor. Gazetecileri sakinliğiyle, açıklıyor gibi yapıp açıklamıyor oluşuyla yoruyor ve onlardaki soru sorma hevesini kırıyor. Nevzuhur “kesitsel tarama”da da aynen böyle oldu.

Erdoğan’ın ‘hapisteki askeri öğrenciler’ adımı: Akıl mı devrede vicdan mı?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, müebbetle cezaevlerinde yatmakta olan askeri öğrencilerin dosyalarının bir daha incelenmesi için avukatına talimat vermesinin altında, iktidar açısından işe yarar bir akıl yürütme yatıyor. Akıllıca bir hamle; fakat sadece o kadar, daha fazlası değil.

Türkiye’nin nomenklaturası nasıl rıza yaratıyor?

Hislerin, büyük ideallerin, büyük haklılık duygularının bireyler, özellikle de kitleler üzerinde nasıl bir rol oynadığını bilen yönetici sınıflar, sıradan insanların bu duygularını iktidarlarını sürdürmede maddi bir güce dönüştürebiliyorlar. Dünkü Sovyetler Birliği örneği bugünkü Türkiye örneğini anlamada yardımcı olabilir.

ANALİZ – 28 Şubatvari opak haberciliğin müstesna bir örneği

Bir haber var, yüksek yerlerden geldiği için onu vermek zorundasınız, fakat okurların okuduğundan bir şey anlaması için o yüksek şahsiyetin işaret ettiği şey konusunda da bir şeyler söylemeniz gerekiyor. Ne var ki bazı ‘hassasiyetler’ nedeniyle onu da yapamıyorsunuz ve okurlarınız okuduğundan hiçbir şey anlamıyor. Opak haber böyle bir şey.

ANALİZ – Bakan, sözlerinin beş saat içinde yanlışlanacağını bildiği halde neden öyle davrandı?

Birkaç ay, bazen birkaç hafta, hatta bazen birkaç gün ve hatta birkaç saat içinde foyası ortaya çıkacak bir söz, sahibine faydadan çok zarar vermez mi? Galiba bu varsayım yanlış. Öyle olsaydı Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu sabah gerçeğin ortaya çıkacağını bile bile akşam o ‘müjde’yi verir miydi? Peki, hangi tecrübe siyasetçilere bu pratiğin ‘zararlı’ olmadığını öğretti?