Linci anlamak onun basitçe bir ahlaki kınanmasından fazlasını gerektirir. Linç geleneksel bir cürüm değil modern bir hadisedir. Klasik anlamda bir barbarlık değildir. Modern bir organ spazmıdır diyebiliriz. Lincin ortaya çıkması için kitle denilen yeni ve atomize insan birikintisinin ortaya çıkması gerekiyordu. Bireyden sonra ama toplumdan önce bir yerde, inzibatî dizginlerinden boşalan kopuk kitlenin yolaçtığı infial ve şiddete linç diyoruz. Lincin bir vahşet yani barbarlık olarak bizi hayrete düşürmesinin nedeni fail(ler)i radikal bir kötülüğü irtikap eden birey insanlar olarak görmemizdir. Halbuki linçte fail ne artık birey(ler)dir ne de henüz toplum.
Karamsarlıklarına rağmen nasıl olur da aynı zamanda oldukça mesut bir yazar hissi uyandırır Hisar? Bu soru, aynı zamanda edebiyatın ve sanatın tesellisi denilen şeyin de cevabıdır bir bakıma. Abdülhak Şinasi, son derece mustarip, son derece ciddi, son derece içli ve son derece samimi bir yazardır. Her kelimesi her cümlesine büyük bir içtenlikle bağlıdır. Belki de bu bağlılık, ıstırabın ve faniliğin yegâne tesellisidir. Bütün içtenliği ve derinliğiyle her kime ya da neye bağlılık duyarsak duyalım, bu bizi kendi faniliğimizin üstüne çıkarıcıdır.
Arşivimden bulduğum bir kaç belgenin Türkiyelilik tartışmalarında ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum. Sebebi şu: Türk mü Türkiyeli mi tartışmaları siyasi düzlemde yapılmadan önce de Türk kelimesi yanısıra Türkiyeli de kullanıyor ve anlaşıldığı kadarıyla da sıradan görülüyordu. Yani bugün yüklenen siyasi mana yüklenmiyordu: İstanbul’a Kostantiniye demek gibi.
Katoliklik ve Ortodoksluk arasındaki fark nedeniyle, Patrik Papa gibi olamaz. Yani Birinci Bartholomeos'un ekümenliği, El-Ezher rektörünün kendini halife ilan etmeye kalkması gibi bir şey. Bakalım bir gün bu korkuları aşabilecek miyiz?