Başta Kemal Bey olmak üzere İmamoğlu ve Partinin karar mekanizmalarında bulunan kişiliklerin hep birlikte; delegelerin iradelerine uygun gelebilecek bir formülasyonun tespiti ile başarılı bir Kurultay yapıp önümüzdeki Belediye seçimlerine şimdiden; yalnızca kendilerini değil toplumu da hazırlamaları gerekiyor.
Başarısızlığı tek bir tarafa mal etmek hakşinas sayılmaz, Demirtaş’ın da sorumluluğu var. Zannımca bu sorumluluk, bundan böyle daha çok gündeme gelecektir. Evvelden kapalı kapılar ardından kalan kimi eleştiriler, gün yüzüne çıkacaktır. Demirtaş kılıçları çekti; eşyanın tabiatı gereği bu da onun hem genel tercihlerinin ve hem de seçim sürecinde izlediği siyasetin daha çok sorgulanmasına neden olacaktır.HDP’de kaynayan kazan birçok gelişmeye gebe!
Laik kesimin serveti artık pek sorun değil, asıl mesele toplumun geri kalanına ‘yabancılaşmış’ görülen kültürü. Laik kesim bu açıdan Kemalizmi hala aşamamış durumda. İyi de söz konusu yabancılaşma ortada dururken seçimi nasıl kazanacaksınız? Dindarlığa karşı olmadığınızı söyleyebilirsiniz ama yeterli değil. ‘Ben de seninle aynı yerde duruyorum’ (aynı kimliğe ve duygulara sahibim) mesajı vermeniz lazım. Ve elinizde söz konusu yabancılaşmayı aşabilmek için tek aracınız var: Milliyetçilik. Ne var ki devran dönmüş, Kemalist milliyetçilik ışıltısını kaybetmiş durumda. Nitekim siz de İttihatçı milliyetçiliği seslendirmeye çalışabilirsiniz, ama kendiniz henüz Kemalizmden uzaklaşmış olmadığınız ölçüde, bu da pek ikna edici bir konumlanma değil…
Peki nasıl yapıyor da Erdoğan, farklı ittifaklar ve farklı ideolojik mesajlarla her seferinde yüzde 50’yi yanına çekebiliyor? Cevabı basit: Çünkü her seferinde seçimi CHP ve CHP’li ittifaka karşı bir nüfus sayımına çeviriyor. Peki o zaman seçimlerdeki sonuç kaçınılmaz mı? Ya da bir nüfus sayımında nasıl kazanılır? Tabii ki çok çocuk yaparak değil. Ama nüfusunu artırarak…
14 Mayıs’ta Cumhur İttifakı’nın meclis çoğunluğunu elde etmesi ve 28 Mayıs’ta Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması, Türkiye’nin daha fazla otoriterleşmesi, “diktatörleşmesi” veya “faşizmin kurumsallaşması” ile sonuçlanmayacaktır. Erdoğan’ın veya Türkiyeli başka bir muktedirin karşı karşıya olduğu meydan okuma, politik varlığını rejim düzeyinde kurumsallaştırmayı gerçekleştiremeyecek olmasıdır. Çünkü Türkiye’deki siyasal iktidarlar, dayandıkları toplumsal sınıfları aktifleştirerek bir ağırlık oluşturmazlar; bilakis, siyasal ve toplumsal üretici güçleri pasifleştirerek bir denge siyaseti izlerler. Bu yüzden Türkiye’de hiçbir zaman devrimci koşullar oluşmaz, biteviye restorasyon koşullarında kotarılır her şey. Bu da, iktidarların ömrü uzadıkça güçlerinin berkitilmesi ile değil güçlerinin yetersizlikleri ile yüzleşmek zorunda bırakır onları.