“... Bütün dünyaya hükmediyorlar. Yahudi demek sinema, edebiyat, medya, felsefe, sanat, banka, ticaret, gıda, teknoloji, sanayi demek. Bütün su başlarını onlar tutmuş. Yahudilerle kavga ettiğinizde bütün bunlarla kavgaya hazır olmalısınız…” Bu sözler, manyak ve habis bir komplo teorisyenine değil, geçenlerde ölen ve arkasından müthiş övgüler düzülen, müthiş gözyaşları dökülen Rasim Özdenören’e ait.
12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında yargılanıp tutuklanan gazeteci Gülay Göktürk, 1979 yılında, Sultanahmet Adliyesi'nde avukat cübbesiyle gördüğü kişinin, kendisine işkence yapanlardan biri olduğunu saptadı. Kendisi gibi geçmişte işkence görmüş gazeteci arkadaşlarından ikisi de işkenceciyi teşhis etti. İşte o işkenceci, yani Necdet Küçüktaşkıner, 1997 yılında, Afyonkarahisar’da (döverek gazeteci öldürmek suçundan) yargılanan polislerin avukatı olarak karşımızdaydı.
Anadol, TSİP’in çok katmanlı hikayesini oldukça akıcı ve sade bir dille, bazen araya isabetli anekdotlar serpiştirerek, geçmişin can sıkıcı tartışmalarının ve anlamını yitirmiş hesaplaşmalarının girdabına kendini kaptırmadan okura aktarıyor. Bunu yaparken de, aradan geçen bunca yıldan sonra, söyleyeceği bir şey varsa, öğretmen edasına kapılmadan, bir siyaset emekçisi olarak gelecek nesillere iletmeyi tercih ediyor.
Sayısız senaryo, üretildiği kaynaktan itibaren en çok birkaç adım yayılıyor ve o çerçeve içinde kalıyor. Ama bazıları, mesela Alman vakıfları hikâyesi, son derece kısa süre içinde, birbirinden habersiz yüz binlerce kişiye yayılabiliyor. Yüz binlerce kişi tarafından makbul bir hikâye olarak kabul edilip paylaşılabiliyor. Neden bazı hikâyelerin kaderi şöyle iken, başka bazılarının kaderi böyle oluyor?
Aleviler, toplum mühendisliğiyle 'halledilebilecek' bir konu değil. Anadolu’da sağlam kökleri olduğu gibi kendilerini koruyabilecek örgütlenmelere de sahipler. Sünni ulema ne kadar dışlarsa dışlasın, hangi saldırılar tertiplenirse tertiplensin, Alevilik tartışması bugünlere kar topu gibi büyüyerek geldi.