Nüfus artışını teşvik eden politikalar aslında yeni değil, “on yılda onbeş milyon genç” üretmekle övündüğümüz yıllardan 1965’e kadar nüfus artışı ülkemizde desteklenmiş. Bugün sadece Türkiye’de değil birçok Avrupa ülkesinde de pronatalist politikalar izleniyor, aksi takdirde uzun vadeli konut kredilerine ve konforlu emeklilik sistemlerine dayalı ekonomik düzenlemeler tahmin edildiğinden daha kısa süre içinde çöküşe geçebilir. Pekiyi kısıtlı kaynakları olan bir gezegende sınırsız nüfus artışıyla ne kadar daha yaşayabiliriz? Hiçbir fikrim yok.
Şu anda yürütülmekte olan çözüm sürecindeki bütün tarafların şarkılarını dinlediği bir isimdi Ahmet Kaya. O bütün tarafların Ahmet Kaya’yı hatırlamasını, ondan ilham almasını dilerim. Hatta görüşmelerde Ahmet Kaya şarkıları dinlesinler. Uzlaşının yolunu gösterecektir.
Ağa Han dünyanın en zengin insanlarında biri olarak belki fazlasıyla ilgi çekici, medyatik bir kişiydi. Ama asıl onu ilginç kılan şey ne yaptığıydı. 20 yaşında İsmailiye tarikatının başına geçen Harvard mezunu Ağa Han gibi o da İslam ülkelerindeki mimarlık ve tasarım alanındaki sorunları dert ediyor ve çareler arıyordu. Neden “İslam toplumları”nda (ya da ülkelerinde) bir mimarlık faciası yaşanıyor? Ağa Han bu ötekileştirici meseleye bir cevap arıyordu. Zannedersem neyin eksik olduğunu çok iyi görmüştü: Fikir üretiminin, mimarlığın, sanatın, bilimin sekülerleşmemesi…. Bu açıdan Ağa Han’ın ortaya koyduğu mesele “Batı” dünyasının 19. yüzyıldan beri yüzleşmeye çalıştığı şey. Modern sanatı, mimarlığı kapitalizmin doğrudan bir yansıması gibi görenler olabilir. Oysa tam tersine, burada anlaşılmayan şey bu entelektüel uğraşların arkasında sınıfsal çelişkilerin inkarına karşı muazzam bir direniş olduğu…
Önümüze sunulan ân’lık karelerde kalmamak, bize önerilen bakış açılarının dışına çıkmayı başarmak gerekiyor. Anlamak için, ân’lara değil, zamana ihtiyacımız var. Ân’a değil zamana bakmalı, ân’da değil zamanda yaşamayı başarmalıyız. Şimdilerde dünyayı kuşatmış görünen zamâne firavun düğümleri ancak böyle çözülecek...
Fotoğraf aşkın da, nefretin de sureti. Onları tahrif eden, kendince konuşturanlar ayrı âlem. Fotoğraflara, dile koyduğu bariyerler algısına, ufkuna, dünyasına da duvar örüyor. Daralıyor “alan”ı. İfadesindeki, kelimelerindeki “damar darlığı” kalbin de, aklın da, muhakemenin de düşmanı. “Muhabbet”in de… Sevdiği, “doğru”, “güzel” bulduğu fotoğraf “arşivi” de daracık. Rafından aldığı hep bildik, kalıp kareler, semboller dalgalanıyor “mesaj”larında.