Başrolde Riley var gibi görünse de hikâye onun zihnindeki karakterler etrafında dönüyor. Bu karakterler; Neşe, Üzüntü, Korku, Tiksinti ve Öfke adındaki asıl kahramanlar. Hepsini tanıyoruz değil mi? Ve Riley’in bütün davranışlarına onlar karar veriyor, garibim de zannediyor ki ben yaptım.
Şehir adeta yıkılarak baştan yapılıyor, senelerce önünden hatta içinden geçtiğimiz mekânlar böylelikle çok hızlı bir şekilde belleğimizden siliniyor. Halbuki belleğin canlı kalabilmesi için kavramlara, imajlara, nesnelere ya da mekânlara tutunmaya ihtiyacımız var.
Yine bir Pazartesi günü; bizim Diyarbekir evinde hararetli bir sohbet var. Münakaşalar ateşteki kestane misali sıcak mı sıcak ideolojik bir hatta ilerlerken birden nedendir bilinmez cemaatin nostaljik hissiyatı kabardı ve mevzu geçmiş güzel günlere kaydı. Eşref, “Hoca, hazır el atmışın şu maziye, bizim sade gazoz sevdamızı da yazsana!” diye daldı lafa. “Olur” dedim. Neden olmasın? Görüyorsunuz, yazılara sipariş de alıyoruz artık!
Yumurtamızı kırıyoruz, şekerimizi ekliyoruz, fırınımızı açıyoruz, kekimizi “güzelce” pişiriyoruz. Her şey birinci çoğul şahıs, her şey eski karşı komşu tarzı. Bizler, yemek yapmaya meraklı olan insanlar, aynı yere aidiz ve bundan çok memnunuz sanki. Şu ana kadar sadece yemek sırlarımızı paylaşmış olabiliriz ama istesek başka sırları da paylaşabiliriz besbelli, güvenli ellerdeyiz, birbirimize itimat edebiliriz.
Bence meseleyi, bütün radikallikler gibi İslamcılığın da kendi kurguladığı dünyayı reel dünyanın yerine koymasında, yani ‘dünyasız bir kafa’ya sahip oluşunda aramalı. Meseleye bu açıdan bakıldığında, baskıcı olup olmadığından bağımsız olarak, İslamcılık gibi inanç temelli radikal siyasi akımların (seküler radikal ideolojiler de bazı rezervlerle buna dahil) neden ülkelerinin kültür, sanat ve fikir hayatlarına damga vuracak başarılar elde edemedikleri daha iyi anlaşılır.