Bazı kitapları okurken güçlü bağlar kurarız. Bu kitap herkesten çok bizim için yazılmış hissidir o. Kimse yazılanları bizim kadar anlayamaz hissi, ya da. John Kaag’ın, Nietzsche ile yürümek (Ren Kitap) kitabını
okurken biraz bu hislere kapıldım. “Seni anlıyorum” dedim içimden, çok sık olarak; “seni o kadar iyi anlıyorum ki inan bana bu kitabı ben de yazabilirdim!”
Bugünün Türkiye’sinde de bu retrotopik eğilim açıkça hissedilmektedir. Siyasal dil, sürekli geçmişin “şanlı” hatıralarını çağırmakta, toplumsal belleğin çeperinde kalanlar ise marjinalleştirilmektedir. Bu yüzden bugün en acil ihtiyaç, geçmişe dönmeyi değil, geleceği yeniden hayal etmeyi cesaretle savunmaktır.
Gözü paradan başka bir şey görmeyen, parlayan her şeyi altın sanan kadın cennete giden bir merdiven satın alıyor. Gittiğinde bir kuşun şarkısı karşılıyor onu: “Bazen düşündüğümüz, inandığımız her şey yanlıştır.” Şaşırıyor ama “Sakın paniğe kapılma” fısıltısını da getiriyor rüzgâr, “Evet, gidebileceğin iki yol var uzun vadede… Ama asıl önemlisi gittiğin yolu değiştirecek zamanın var hâlâ. Ve o yolda hepimiz bir olduğumuzda, bir kaya gibi durduğumuzda, yuvarlanmayacağız oradan oraya…”
Zohran kimilerine göre Müslümanlığını kampanya boyunca yedek kulübüsüne alan bir “sosyalist”, kimilerine göre ise siyasal İslamcı ve “bir İslamcıya asla güven olmaz”. Kimilerine göre ise Derin Amerika’yı yöneten 4-5 ailenin ABD’ye sempati uyanması için kurguladığı bir proje. Kimilerine göreyse Zohran 2010 referandumu, 28 Şubat ve 27 Mayıs hakkında özeleştiri vermedikçe takdir edilmemesi gereken bir tehlike. 120 milyar dolarlık bir belediyeyi sosyalist olarak yönetmeyi rüyasında bile görme şansı olmayan bazı solculara göre ise Zohran “işbirlikçi bir kapitalist”. Elbette bunların hiçbiri doğru değil. Zira Zohran hem Müslüman hem sosyalist hem de yetenekli bir genç. Bunu anlamak içinse önce Zohran’ı, sonra da New York’u anlamak gerek.
Resmi tez, 66. maddedeki “Türklük”ün etnik değil, kapsayıcı bir “üst kimlik” olduğu yönündedir. Ancak ne metnin lafzı, ne yüz yıllık birikimle şekillenmiş söylemler, kurumlar ve ritüeller bu savunmayı destekler. Almanya’da “Alman” olmanın anlamı, güçlü bir temel haklar rejimi, eşitlik ilkesi ve tarafsız bürokrasiyle tanımlanır. Vatandaşlık, devletle kişi arasındaki soyut bir hukuki bağdır; etnik-kültürel içerik kamusal alanda nötrleştirilir. Yani aynı kelime, farklı tarihsel-toplumsal bağlamlarda farklı sonuç üretir: Türkiye’de “Türk” adı tarih boyunca tekillik ve kült yüküyle okunmuş; Almanya’da “Alman” lafzı, telafi işlevli bir statü kurgusuna yaslanmıştır. O yüzden benzetme yapılacaksa, lafza değil, işlev ve bağlama bakmak gerekir.