Suriye cephesinde yaşanan olumlu gelişmelerin yanında Türkiye’de de alışık olmadığımız günlerden geçiyoruz. Türkiye’nin iki farklı kutbunu temsil eden DEM Parti ve MHP heyetlerinin, Kürt meselesi gibi zıt oldukları bir konuda görüşmeler yapmaları, bölge barışı adına önemli. Bazı çevreler geçmişte yaşanan ve sonuç vermeyen bir takım girişimleri hatırlatarak ve “bu işin içinde türlü oyunlar var” diyerek geri duruyorlar. Bazıları, “Bunların hepsi ABD projesidir” şeklinde geleneksel basmakalıp tezlerle sürece karşı çıkıyor.
Suriye’nin istikrarlı ve yönetilebilir bir ülke olabilmesi, merkezin çevreye olabildiğince güven telkin etmesine, çevrenin kendini mümkün olduğunca güvende hissetmesine bağlıdır. Bu da Şam’ın gücünü çevreyle paylaşmaya hazır olmasını gerektirir. Kürtlerin bu çerçevede merkezi bir öneme sahip olduğu izahtan varestedir. Şam, Kürtlerle uzlaşmadan Suriye’de bir düzen tesis edemez. Kürtler de Şam ile anlaşmadan huzur bulamaz. Şam-SDG anlaşmasını mümkün kılan da budur.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron Fransız nükleer şemsiyesinin Avrupa ülkelerini de kapsayabileceğini ancak kontrolun Fransa’da kalacağını açıkladı. Bu açıklamayı yetersiz bulduğu anlaşılan Polonya Başbakanı Tusk ABD veya Fransız nükleer silahlarının ülkesinde konuşlandırılmasını istediğini söyledi. Ancak Putin değil Doğu Avrupa’daki NATO ülkelerine nükleer silahların konuşlandırılmasını kabul etmek, hepsindeki NATO askerlerinin geri çekilmesini istemekte ısrar ediyor.
Bir akademisyen olarak benim hissiyatım ülkemizde de beşerî bilimlerin zayıfladığı yönünde. Mühendislikler ve tıp fakülteleri olan üniversitelerde bunlar üniversiteyi domine ediyor. Diğer taraftan ülkemizde sosyal bilimler ile beşerî bilimler ayrımı çok iyi anlaşılmadığı için mühendislik olmayan üniversitelerde de işletme, psikoloji ya da iktisat gibi sosyal bilimler beşeri bilimleri domine ediyor. Sadece bir avuç alana hâkim adamın okuyacağı ve muhtemelen 20 yıl sonra unutulacak teknik makaleler, endekslerde yer aldıkları için uzun vadede daha etkili olacak kitaplara tercih ediliyor. Beşerî bilimlerde yazan akademisyenlerin de bu yola girmesi sağlanmaya çalışılıyor. Ne yazık ki ülkemizde akademik kurumlar bile bu iki ayrı disiplinin doğası ve çıktılarının farklı olduğunun farkında değiller.
Otoriterliğin sistemleştiği siyasi koşullarda kalıcı değişimlerin ancak toplumun aktif özne olduğu durumlarda gerçekleşebileceğini düşünenler için sevimsiz bir hakikatle karşı karşıyayız: Toplum bunu yapabilecek güçte değil, dolayısıyla kendine güvenmiyor ve topluma “ama sen de benimle geleceksin” bile demeden öne atılacak bir ‘kurtarıcı’ lider arıyor… Böyle bir lider zuhur etmeden toplum potansiyel gücünün farkına varmayacak ve o güç kuvveden fiile çıkmayacak.