Peki ya bu saldırı bir provokasyon, örgütlü, planlı bir saldırı, karanlık odakların bir tertibi değilse? Ya gerçekten Türkiye’nin iklimi artık böyle durumdan vazife çıkaran, vatan millet için intikam planları yapan, eline silah alıp düşman olarak gördüğü bir yerdeki herkesi öldürmeye giden saldırganlar yaratabiliyorsa?
İktidar partisindeki iç kaynaşmanın dışarıya dönük ne türlü yansımaları olacağı kolay kestirilecek bir şey değil. At iziyle it izinin birbirine karıştığı bu tür dönemlerde, çok amaçlı provokasyonlardan medet uman karanlık çevrelerin harekete geçtiği de toplumsal hafızamızda kayıtlı bir husus.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 7 Haziran (2015) seçimlerinden sonra ilan ettiği “yerli ve millî” virajının üzerinden 6 yıl geçti. Bu altı yılda “Allah’ın bir lütfu” olan 15 Temmuz darbesinin de yardımıyla iktidar ulaşmak istediği yere ulaştı. Fakat ekonomik zorluklar, eşitsizlikler ve siyasi skandallar nedeniyle artık “yerli ve millî” yetmiyor, “daha yerli, daha millî” bir toplumsal ruh haline ihtiyaç duyuluyor. İktidarın ihtiyacı: Göstereceği ölümle sıtmaya razı bir toplum yaratmak.
Büyük umutlar bağlanan girişim boşa çıkınca, taraflar ve taraflara göre konumlananlar, suçu karşı tarafın üzerine yıkan bir dil tutturdular. Buna göre, kendi yaptıkları bütünüyle doğruydu, ne olmuşsa karşı tarafın suistimalinden ve dar hesapçılığından olmuştu.
Avustralya pandemiyle mücadelenin en başarılı ülkelerinden biriydi. Ada olmanın avantajıyla sınırları kapattılar. Sadece 30 bin kişi virüsü kaptı ve 910’u hayatını kaybetti. Aşıda da hızlı başladılar. Nüfustan çok aşı tedarik edildi. Ama bütün yumurtaları tek sepete kondu, AstraZeneca’ya ağırlık verildi. Bu aşının 50 yaşından gençlerde yan etkileri çıkınca sadece 60 yaş üstüne yapıldı. 25 milyonluk ülkede dört ayda sadece 6.4 milyon aşı yapıldı. Koronadan 50 bin insanın hayatını kaybettiği Türkiye’de 40 milyon doz aşı yapılmış. Nüfusun yüzde 17’si çift doz aşı olmuş. Buradan bakınca, Türkiye’deki sağlık sistemine, sağlık çalışanlarına imrenmiyor değilim.