Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI150 yıldır oradalar ve orada kalacaklar…

150 yıldır oradalar ve orada kalacaklar…

150 yıldır İstanbul’da var olan bir cemaate karşı, hala Türkiye’nin şeyhler, müritler ülkesi olamayacağı sloganlarını tekrarlayanlar günün sonunda sadece üzülecekleri ve asla kazanamayacakları bir mücadelenin içindeler. Çünkü o önerilen radikal mücadele yöntemlerinin hepsi zaten denendi. Karşımızda bütün o yöntemlerden sonra elde kalan sonuç var. Önceki gün Fatih Camii’nde toplanan sarıklı-cüppeli büyük kalabalık yeniden süper harika çözümler olarak akla gelen bu yöntemlerin işe yaramadığının en büyük delili değil mi?

Çocuk pedagogları ebeveynlere çocuklarıyla ilgili çok kritik bir tavsiyede bulunurlar:

“Çocuğunuzla kazanamayacağınız mücadelelere girmeyin.”

Yani sağlıksız diye çocuğuna hiç çikolata yedirmemeye ahdetmiş, bu yüzden çocuğuyla sürekli didişen bir ebeveyn günün sonunda çocuğuna çikolatadan daha çok zarar verir, nihayet teslim olup çikolatayı uzattığı anda da çocuğun gözündeki itibarından epey kaybeder.

Sosyal gerçeklerle kavga da böyle. Hem pedagojik değil hem de beyhude bir çaba, boşa harcanmış bir enerji.

Esas mevzuya gelmeden biraz uzaklara gidelim.

Örneğin geçen hafta İsrail’de bir yıldır iktidarda olan sekiz partili koalisyon dağıldı.

Yan yana gelmeleri bile düşünülemeyecek partilerden oluşan koalisyonun dağılmasının sebebi, koalisyonun büyük ortağı aşırı sağcı Yamina partisinden bazı milletvekillerinin, yerleşimci bölgelerinde yaşayan Filistinlilere haklar veren 55 yıllık bir yasanın uzatılmasına karşı dindar sağ muhalefetle birlikte hareket etmesi oldu.

Şimdi ya yeni bir hükümet kurulacak ya da ülke beşinci kez seçime gidecek.

En yakın ihtimal Likud lideri Netanyahu’nun yeniden başbakan olması. Onun başbakan olması da başını çektiği ittifaktaki Şas, Yahudi Birleşik Tevrat partilerinin iktidara gelmesi demek.

Bu partiler ultra Ortodoks Yahudilerin destek verdiği partiler.

Aslında kendilerine ultra Ortodoks Yahudi denmesinden hoşlanmıyorlar. Çünkü onların tabiriyle Haredilik ultra Ortodoks bir şey değil, esas Yahudilik bu.

İsrail nüfusunun en az yüzde 15’ini Harediler oluşturuyor.

Dış görünüşleri, giyim kuşamları zaten kimlik belgeleri gibi. Kapalı gettolarda yaşıyor, çocuklarını örgün eğitime göndermiyor, dini okullarında kendileri eğitiyor, askere gitmiyor, 24 saatlerini Yahudi şeriatına göre geçiriyor, eşleriyle yataklarından, yiyip içtiklerine kadar her şeylerini din belirliyor.

Zaten Netflix’teki diziler sayesinde bütün dünya bu cemaatlerin ilginç hayatını, cemaatin dışına çıkmak isteyenlerin yaşadığı travmaları öğrendi.

Muhtemelen o dizileri izleyenlerin çoğu “ne tuhaf insanlar, yazık bu kadınlara” dedi.

Ama bu dizileri izleyip toplu halde Haredi olmaktan vazgeçen duymadık.

Bu cemaatlerin içinde büyük aydınlanmalar yaşanmadı. Hayat devam etti, ediyor ve edecek.

En az 200 yıldır devam ettiği gibi.

Belki modern hayatta işleri daha zor, ama 19. yüzyılda da modern hayata karşı muhafazakâr bir içe kapanma olarak Avrupa’da ortaya çıkmıştı bu mezhep.

Uzun yüzyıllar boyunca Hıristiyanların baskılarını, aşağılamalarını, gettolara kapatılmayı, soykırımı atlattılar, İsrail’e geldiler, şimdi de İsrail’de varlıklarını sürdürmek için hem devlete hem de Filistinlilere karşı mücadele ediyorlar.

Varlıklarını korumak için İsrail siyasetini etkilemek için örgütleniyor, partiler kuruyor, Meclise giriyor, koalisyonların içinde yer alıyorlar.

Muhtemelen İsrailli sekülerler ellerine fırsat geçse bütün İsrail’de Yahudi şeriatını uygulamak isteyecek Ortodoks Yahudilerden hoşlanmıyor.

Ama artık onların eğitimle ‘aydınlanacağı’, modern hayat içinde eriyip gideceği, sekülerleşip yok olacağı bir dünya hayali kurmaktan vazgeçmiş, onlarla birlikte kamusal alanda yaşamaya alışmış, sokaklarda görünce parmak göstermekten, yüz buruşturmaktan vazgeçmiş olmalılar.

Çünkü başka hayatların yanlışlığına karşı faydasız öfke ve yanlış bilinç içindekileri kurtarmayı dert edinen beyaz adamın yükü, sorumluluğu ile hayat geçmiyor.

Kamusal alanda onların da var olacağını kabullenmek, hatta bu farklı hayat tercihinden yavaş yavaş mutlu olmak, beyhude bir aydınlanmacı misyonu ve öfkeyi bırakıp ülkedeki hukuk, insan hakları, özgürlüklerle ilgili standartları korumak ve ilerletmek için mücadele etmekten başka kestirme bir yol yok.

Bitmeyen bir mücadele bu. Tarih hep ileri doğru da gitmiyor.

Mesela ABD’de 50 yıllık kürtaj içtihadını kaldırdı Yüksek Mahkeme.

1973 yılından kalma kürtajı yasaklama yasağının kalkmasıyla, artık isteyen eyalet kürtajı yasaklayabilecek.

50 yıllık içtihattan, Trump döneminde atanan ve Yüksek Mahkeme’de cumhuriyetçilerin çoğunluğu ele geçirmesine neden olan muhafazakar üyeler sayesinde dönüldü.

Bu yeni üyelerin bazıları kiliselerin aktif üyesi çok dindar hukukçular.

50 yıl boyunca kürtaj yanlılarının hükmünün sürdüğü ABD’de şartlar değişti, şimdi de kürtaj karşıtları güçlendi.

Bu ABD’nin en kadim tartışması ve tam bir çözümü de yok.

Kürtaj karşıtları hep vardı ve ileride de olacak.

Çünkü ABD’nin kuruluşunda Avrupa’daki dini baskıdan kaçan püriten Hristiyanların kolonileri var.

Onlar ülkenin dağları, nehirleri, gölleri kadar herkesin içine doğduğu ülkenin doğasının bir parçası.

İçine doğduğumuz toplumun çeşitliliği doğduğumuz toprakların bitki örtüsü, iklimi gibi.

Onu değiştirmek için uğraşabilirsiniz ama o yokmuş gibi davranamazsınız, onun varlığını reddedemezsiniz, onun varoluşuna karşı çıkamazsınız.

Bütün bunları hatırlatmadaki sebep tabii ki İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun ardından yaşanan tartışmalar.

Türkiye bir dini cemaatin darbe girişimi ve devleti ele geçirmesi gibi berbat bir deneyim yaşadı.

Devletin, toplumun, kanaat önderlerinin ve hepimizin bu deneyimden dersler çıkarması gerek. Devletten çok toplumun bu dersleri çıkardığı açık.

Uzun bir süre daha cemaatlere, tarikatlara şüpheyle bakılması, bu grupların kamusal alanı ele geçirme, devlete sızma, hayatı dönüştürme çabalarına karşı kitlelerin uyanık ve tetikte olmasının gayet anlaşılır nedenleri var.

Ayrıca şehirleşme, modernleşme ve sekülerleşmeyle cemaat ve tarikatların ontolojik sorunlar yaşadığı, yeni nesille aralarındaki mesafenin açıldığı, taktiklerinin ve yöntemlerinin eskidiği de açık.

Ama bütün bunlar sosyal gerçeği yine de ortadan kaldırmıyor.

Fatih Çarşamba’da 1872’den beri bir Nakşi-Halidi tekkesi var.

Arkasında bin yıllık Nakşibendi geleneği olan, 150 yıllık bir kurum var karşımızda.

Türkiye’de bu kadar uzun ömürlü az sayıda kurum, yapı, insan topluluğu kalmıştır.

Yanya’dan gelmiş İsmet Efendi’nin kurduğu tekkeyi, Ahıska’dan gelmiş Ali Haydar Efendi sürdürmüş, Of’dan gelmiş Mahmut Efendi de bugünkü haline getirmiş.

Tekkenin Rum Patrikhanesi’nin yanı başında kurulması muhtemelen bir rastlantı değil.

Padişah Sultan Abdülmecid’in de mürşidi olan tekkenin kurucusu Yanyalı İsmet Efendi, tekkenin binasını ilk satın aldığında Çarşamba, Fatih’in gayrimüslimlerin yaşadığı, Müslüman elitlerin oturduğu bir semtiymiş.

O yıllarda devlet, Rusların Ortodoks cemaati üzerindeki etkisine karşı Patrikhane’nin yanında bir tampon cemaat olarak Nakşi-Halidilerin önünü açmış olabilir.

Abdülhamid’in İçişleri Bakanı Memduh Paşa, İsmet Efendi tekkesine gömülecek kadar bu tekkeye müntesipti.

Ama bu tekke 150 yıl boyunca her zaman devleti yanında da bulmadı.

İsmet Efendi’nin yerine tekkenin başına geçen Ali Haydar Efendi, Fatih dersiamlarından, padişahların huzur derslerine katılan Osmanlı ilmiyye sınıfına mensup bir hocaydı.

Aynı zamanda devrin diğer İslam alimleri gibi Abdülhamit istibdadına karşıydı.

İstiklal Mahkemesi’nde İskilipli Atıf Efendi davasından tutuklu yargılanmış, sonra beraat etmiş ama devletin bitmeyen baskıları yüzünden içine kapanmıştı.

Ali Haydar Efendi’nin varisi olarak bıraktığı Mahmut Ustaosmanoğlu ise, Ali Haydar Efendi’nin damadı tekkenin postnişini iddiasından vazgeçmeyince, hemen yakında ihya edilen İsmailağa Camii’nden küçük Halidi tekkesini son 60 yılda bugünkü İsmailağa cemaatine çevirdi.

O, Fatih Çarşamba’ya geldiğinde bölge İstanbul elitlerinin oturduğu, cüppeli çarşaflı insanların parmakla gösterildiği bir muhitti.

Ama cemaat büyüdükçe Çarşamba da bugünkü halini aldı, bir gettoya dönüştü.

Bunlar da kolayca olmadı. Devletin gözü, 163. madde, kılık kıyafet yasakları sopaları hep üzerlerindeydi.

Yeniden hatırlanan 1982’de Üsküdar Müftüsü’nün öldürülmesi davasında yargılandı ama devrin bir sarıklı hocaya torpil geçmeyecek askeri mahkemesinde beraat etti.

Bir yıl sonra da DGM’de bu kez televizyona haram dediği bir konuşması yüzünden 163. maddeden yargılandı.

Yine Ustaosmanoğlu’nun ardından keşfedildiği gibi cemaat kız çocuklarını okula göndermek istemiyor.

Ama cemaat erkek çocuklarını da okula göndermiyor.

Yani kız ve erkek çocuklar arasında böyle bir ayrım yapmıyorlar.

Çünkü devletin kız-erkek karışık laik örgün eğitimine karşılar, bunun yerine kendi kurdukları medreselerde çocuklara eğitim veriyorlar.

Genelde cemaatin çocukları dışardan okulu bitiriyor ya da bazıları zorunlu eğitime katılıp daha sonra cemaatin ücretsiz olan medreselerinde tahsil hayatlarına devam ediyorlar.

Ama cemaatin tercihi dünyevi eğitimden ve kariyer planlamasından mensuplarını uzak tutmak.

Bu tabii ki eleştirilmeli. İnsanların baskıyla eğitimden alıkonulduğu durumlarda devlet buna müdahale de etmeli.

Ama hoşunuza gitsin gitmesin bu tercih edilen bir hayat tarzı, başka bir dünya tasavvuru.

Bunu ailesiyle ve bireysel olarak yaşamak isteyen insanlar hep vardı, hala var ve gelecekte de var olacak.

150 yıldır İstanbul’da var olan bir cemaate karşı, hala Türkiye’nin şeyhler, müritler ülkesi olamayacağı sloganlarını tekrarlayanlar, bunlarla ancak radikal sekülarist, Kemalist yöntemlerle mücadele edileceğini söyleyenler, taziye yayınlayan Babacan’ı linç edenler, cenazeye giden İlhan Kesici’yi defterden silenler günün sonunda sadece üzülecekleri ve asla kazanamayacakları bir mücadelenin içindeler.

Çünkü o önerilen radikal mücadele yöntemlerinin hepsi zaten denendi,

Yapılabileceklerin en radikali yapıldı.

İstiklal Mahkemeleri kuruldu, kılık kıyafet yasaklandı, tekke ve zaviyeler kapatıldı.

Karşımızda bütün o yöntemlerden sonra elde kalan sonuç var.

Önceki gün Fatih Camii’nde toplanan sarıklı-cüppeli büyük kalabalık yeniden süper harika çözümler olarak akla gelen bu yöntemlerin işe yaramadığının en büyük delili değil mi?

Belki bazıları için bunu kabul etmek kolay değil ama cenazeye gelmemeleri rica edilen kadınlar sizin onları kurtarmanızı beklemiyorlar.

Onları bu hayattan maalesef “kurtaramayacaksınız.”

Kendileri bunu istemedikçe olmadı, olmaz, olmayacak.

İnsanların bizim hoşumuza gitmeyen farklı hayatlar yaşamasına, belki bunun çilesini çekmesine alışmak, bunu kabul etmek, uzaktan bunu izlemek, belki buna üzülmek, kahrolmak ama bununla birlikte yaşamak ve buna asgari medeni saygıyı göstermek zorundayız.

Herkesi “kurtaramayız.”

Ayrıca siz onları kurtarmak istiyorsanız emin olun onlar da sizi kurtarmak istiyordur.

Herkesin birbirini kurtarmaya çalıştığı bir toplum kurtuluşa eremez.

Topluma karşı sorumluluk duymak iyi ama beyaz adamın yükü taşınması gereksiz, toplumu geren, sağlıklı ve dönüştürücü ilişkiler kurmayı engelleyen bir yük.

Onların sizin yılgın hoşgörünüze, sizin de onların yılgın hoşgörüsüne ihtiyacınız yok.

Fatih Çarşamba’daki insanlar da Kadıköy Moda’daki insanlar da kendileri için doğru bir hayatı yaşıyor.

İstanbul Üniversitesi önünde toplanıp eşcinselleri megafonla hem tehdit edip hem de nasihat eden İslamcı ülkücü gençler de eşcinselleri heteroseksüel yapmayı başaramayacak.

Ayrıca kimse bu ülkenin otokton halkı, orijinal milleti ya da özü değil.

Türkiye bütün bu çoğul hakikatlerin bir toplamı. Her zaman öyleydi, hala öyle ve öyle kalacak.

Bu bir slogan değil, hayatın zorunlu bir gerçeği.

Artık bu acıtıcı gerçekleri kabul edip, insanlığın, toplumun kurtuluşu projelerinde, başkalarını kurtarıcı misyonlarda, beyaz adamın yükü öfke nöbetlerinde heba olmayı bırakmalı, sınırlı enerjimizi elle tutulur mücadeleler için harcamayı öğrenmeliyiz.

Yani hepimiz büyümeli ve pedagogları dinlemeliyiz.

Çünkü 150 yıldır Çarşambadalar ve orada kalacaklar.

- Advertisment -