Ekonominin patronu Berat Albayrak, önceki gün (12 Ağustos) CNN Türk’te gazeteci Ahmet Hakan’ın sorularını cevaplandırdı. Ahmet Hakan’ın “Dolar yükselince telaşlanıyorum, kur yükselince telaşlanıyorum, ‘eyvah’ diyorum her şey pahalanacak, ülkemizin ekonomisi kötüye gidecek. Endişelenmeli miyiz?” sorusuna “Birincisi şunu sorayım size, dolarla mı maaş alıyorsunuz, dolar borcunuz mu var, dolarla bir işiniz var mı” sözleriyle cevap verdi.
Türk ekonomisinin 2020 yılındaki performansı konusunda IMF, Dünya Bankası ve diğer uluslararası finansal kuruluşların “Türkiye yüzde 5 küçülecek” şeklindeki tahminlerinin aksine daralmanın daha az olacağını, Türkiye’nin 2020’de yüzde 1-2 arasında daralacağını söyleyen Albayrak, “Türkiye yüzde 5 küçülecek’ iddiasında bulunanlar yine yanılacaklar. Tahminimiz eksi 2 ile 1 arasında. Dünya ortalamasından çok daha iyi. Tüm veriler toparlanmanın güçlü şekilde başladığını gösteriyor” dedi.
Muhalifi, muvafıkı epey bir insan Berat Albayrak’ı TV’den izledi; dinlemeyenler de medyadan söyledikleriyle ilgili bilgi sahibi oldular. Berat Albayrak o kadar anlattı ama söyledikleri vatandaşlar ve değişik ekonomik aktörler nezdinde bir güven oluşturmuş mudur? Ben böyle bir şeye açıkçası hiç ihtimal vermiyorum; tam tersine ekonomi politikalarında mantıki bir tutarlılık ve devamlılık olmadığını göstererek zaten olmayan güveni daha da sarstığı kanaatindeyim. Berat Albayrak’ın anlattıklarında tespit ettiğim majör bazı yanlışları listelemek ve konuyla ilgili kanaatlerimi paylaşmak istiyorum:
- Kurun yükselmesinde gerçekten endişelenecek bir durum yok mu?
Berat Albayrak “siz dolarla mı maaş alıyorsunuz, dolarla bir işiniz mi var?” diye cevap verdi ama maaşı dolarla alanın açıkçası mevcut şartlardan şikâyeti olmaz, geliri TL bazında artmış olur. Bu hususun bir dil sürçmesi olduğunu varsayarak geçelim ama doların artışı dolarla hiçbir işi olmayan vatandaşın dahi hayatını etkiler. Büyük enerji ithalatı olan, enerjide dışa bağımlı bir ülkeyiz; akaryakıt, doğalgaz ve elektrik fiyatları dövize endeksli. Hammadde ve ara-malı konusunda da büyük ithalat yapıyoruz. Sonra, hazine garantili Yap-İşlet-Devlet yatırımlarının ücretlendirmesi de hep dövize endeksli olarak yapılıyor; köprü, otoyol ve tünel geçişleri ve bu konuyla ilgili hazine garantileri, şehir hastaneleri, büyük enerji santralleri, havalimanı kullanım ücretleri vs. hep dövize endeksli. Merkez Bankası’nın ve kamu bankalarının döviz açık pozisyonları var, rakamlar Merkez Bankası için 40 milyar, kamu bankaları için ise 12 milyar dolar civarında. En son verilere göre, kamu bankalarının döviz pozisyon açığının yasal özkaynaklara oranı yüzde 39,1’e çıkmış durumda. Dolar kurundaki her 10 kuruşluk artış, sırf bu döviz açık pozisyonu sebebiyle Merkez Bankası için 4 milyar TL, kamu bankaları için ise 1,2 milyar TL kur zararı anlamına geliyor. Kısacası, kur artışı topyekun ekonomiyi ve bütün vatandaşları, hatta sadece soğan-ekmek yiyen vatandaşı dahi etkiler.
- 2- “Önemli olan kurun seviyesi değil, rekabetçi olup olmamasıdır; Türkiye, tarihinde ilk defa rekabetçi bir kur düzeyiyle ekonomisini dönüştürebilecek bir yapıya kavuştu.”
Ekonomik öngörülebilirliği arttırmadan kurun yükselmesi Türkiye’nin rekabet gücünü arttıramaz. Sanayinin kullandığı hammadde, enerji, lojistik vs. maliyetleri ekseriya dövize endeksli iken kurun yükselmesiyle “rekabetçi” hale gelebilecek tek şey emektir; o da insanların fakirleşmesi demektir. Daha önce Serbestiyet’te yazdığım bir yazıda etüd etmeye çalıştığım üzere, Türkiye’nin ucuzculukla gideceği yer yoktur; Türkiye’yi yarınlara taşıyacak olan istikrardır, yüksek katma değer üretimidir, markalaşmadır, toplam faktör verimliliği artışıdır. Bunlar için siyasi ve ekonomik öngörülebilirlik şarttır, öngörülebilirlik de iktidarın politika tercihlerinin net, belirgin, şeffaf ve tutarlı olması; güven vermesi ve bu durumun süreklilik arzetmesiyle mümkün olur.
- 3- “Türkiye serbest piyasa ekonomisine geçtikten beri ekonomi kur üzerinden ölçülmeye başlandı, öyle bir algı oluştu. Bunun eski dönemlere kıyasla bugün çok daha az etkilediği süreçteyiz. Bunu daha az etkilesin diye Türkiye’de ekonomik bir dönüşüm var. 2 yıl önce de bu seviyedeydi, tekrar indi, çıktı.”
Açık ekonomi modeli ekonomik olarak dünya ile entegrasyona dayandığı için halkın ortalama refah standardı dövize endekslidir, ahali işin kendine yansıyan tarafının tabii ki farkındadır. Ayrıca, kurun yüksekliğinden daha büyük problem kurdaki oynaklıktır. Kurun ne olacağını bilse herkes hesap-kitabını ona göre yapar ama bu konuyla ilgili bir öngörü olmayınca, kur çok oynak olunca yüksek kur ihracatçıya bile yaramaz, çünkü ihracatçı sağlıklı-mantıklı bir maliyet çalışması yapamaz.
- 4- “Ekonomide tam bağımsızlık mücadelesi veriyoruz, bunun bir bedeli olacak.”
Mevcut şartlarda “ekonomik tam bağımsızlık” mümkün müdür konusunu şimdilik kenara koyarak şunu söyleyeyim: böyle bir mücadele ancak tasarrufları, üretimi ve ihracatı arttırmakla mümkündür. Türkiye’nin özellikle son birkaç yıldır uyguladığı ekonomik model kredilerle iç talebi körükleyerek ekonomiyi büyütmeyi amaçlayan bir modeldir. İthalatı ve cari açığı büyüterek Türk ekonomisini kırılganlaştıran ve dış bağımlılığı arttıran bir ekonomik model ile “ekonomik tam bağımsızlık” mücadelesi olmaz. İktidarın ekonomik politika tercihlerinin geçen yıl başından beri 100 milyar dolar civarında döviz rezervini erittiği de dikkate alındığında bu modelin “ekonomik tam bağımsızlık” ile hiçbir alakasının olmadığını tereddütsüz söyleyebiliriz.
- 5- “Türkiye pandemi nedeniyle yaşanan ekonomik krizden en az etkilenen ülkelerden olacak. Türkiye 2. çeyrek performansıyla daralma yaşayan ülkeler içinde en az etkilenen ülkelerden birisi olacak. İkinci çeyrek pozitif olacak.”
Yılbaşından beri Türkiye’de kredilerde çok büyük bir artış meydana geldi. Artan kredilere bağlı olarak iç talep canlandı. Ancak artan iç talep Türkiye’de siyasi ve ekonomik öngörülebilirliğin düşük olması sebebiyle üretimden çok ithalatı (dolayısıyla cari açığı) arttırdı. Döviz talebi arttı, ama siyasi iktidar Türkiye’nin rezervlerini eriterek ekonomiyi daha da kırılganlaştırdı. Yılbaşından bu yana Merkez Bankası’nın ve kamu bankalarının eriyen rezevlerinin 60 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Dolayısıyla bu büyümenin kaliteli bir büyüme olduğu söylenemez; tam tersine ekonomideki kırılganlık daha artmış durumda. Bireysel kredi artışı ivmelenmeye devam ediyor; son 13 haftalık ortalama yıllıklandırılmış artış yüzde 110 seviyesini dahi aştı. Kur etkisinden arındırılmış para arzı yıllık artışı ivme kaybetse de yüksek seyrediyor; yıllık artış oranı 7 Ağustos haftasında yüzde 25,2 oldu.
- 6- “Biz krizlerden daha çok kriz lobisiyle uğraşıyoruz. Türkiye her gün batıyor. Battık bittik lobisi yine aynısını söylüyor. Algı üzerinden.”
Ortaya çıkan tablo hamaset söylemleriyle veya otoriter baskılarla bir süreliğine gizlense de TL’nin değeri, CDS primi, yerlilerin döviz mevduat hesaplarındaki düzenli/istikrarlı artış ve Türkiye’ye yapılan yabancı sermaye yatırımlarının azalması gibi barometre görevi gören göstergeler durumun ciddiyetine net bir ışık tutmaktadır. Halk TL’ye güven duymaz hale gelmiş, bankalardaki döviz mevduatlarının toplamı TL mevduatlar toplamından fazla. Döviz mevduatındaki artış Ağustos’un ilk haftasında da devam etti. 30 Temmuz’da 237,4 milyar dolar olan toplam döviz mevduatı 7 Ağustos’ta 6,5 milyar dolar artışla 243,9 milyar dolar seviyesine yükseldi. Gerçek kişi mevduatındaki artış haftalık 4,8 milyar dolar oldu. Türkiye CDS primleri açısından dünyanın en riskli birkaç ülkesinden biri olarak gözüküyor; 600’e yakın CDS primi ile Türkiye’nin dünyadan kredi kullanırken cari finans maliyetlerinden yaklaşık yüzde 6 daha fazla faiz ödemesi gerekiyor. Bir zamanların meşhur reklamını hatırlayacak olursak, pembe propaganda söylemleri gözlere hoş gelse bile hiçbir şeydir, somut ekonomik sorunlar ve gerçekler ise her şey!
- 7- “Milli bağımsızlık mücadelesi veriyoruz. Net söylüyorum Türkiye’de özellikle son 7 yıldır AK Parti iktidarı farklı ekonomik mücadeleleri veriyor. Ben Enerji bakanlığı dönemimden itibaren bu sürecin içerisindeyim.”
Türkiye özellikle 2012 sonrasında yurtdışından alınan döviz kredileriyle inşaat yatırımlarının ve iç tüketimin finanse edilmesine dayalı bir ekonomik model izlemiştir. İç ve dış borçlar bu dönemde hızla artmış, ama Türkiye’nin döviz gelirlerindeki artış çok sınırlı kalmıştır. Türkiye’de yaklaşık 2012’den beri döviz kuru üzerinde tedrici şekilde artan bir basınç vardır. Bu dönem devâsâ ölçekli altyapı ve inşaat yatırımlarının gerçekleştiği bir dönem olmuş; mevcut finansal kaynaklar önemli ölçüde altyapı/inşaat projelerinin finansmanına tahsis edildiği için sanayi üretimi, özellikle ihracata yönelik sanayi üretimi büyümek için gerekli finansal kaynaklardan mahrum kalmıştır. Türkiye’nin ihracat performansı 2012 ilâ 2017 arasında dikkate değer bir artış kaydetmemiştir; döviz borcu/yükümlülükleri artar iken döviz gelirlerinin artmaması, döviz kuru üzerindeki baskının gerçek/ekonomik sebebidir; ancak siyasi iktidar özellikle 2016 sonrasında döviz rezervlerini satarak bu baskıyla mücadele etmeye çalışmıştır. Milli bağımsızlık cari açık vererek değil, israftan kaçınarak, üretimi ve ihracatı arttırarak olur. İktidarın ekonomik tercihleri iç tüketimi, ithalatı ve cari açığı arttıran bir model olarak, iddianın tam tersine, Türkiye’nin dışa bağımlılığını arttırmıştır.
- 8- “Türkiye her gün donanmasıyla Ege’de Akdeniz’de sondaj yapıyor. Haklarını savunacak süreçler oluşturuyor. Sınır ötesi terör örgütlerine operasyonlar yapıyoruz. Her geçen gün daha da güçleniyor Türkiye ve güçlenecek.”
Haklı olmak ayrıdır, haklılığı tescil ettirebilmek ayrıdır. Hemen her alanda kurumsal kapasiteyi zayıflatan ve etkisizleştiren Türkiye sert güç kullanımıyla haklarını almaya çalışmaktadır. Sonuç, Türkiye Doğu Akdeniz konusuyla uzaktan-yakından ilgili bütün aktörleri karşısında birleştirmiş durumdadır. Ortaya çıkan gerginlikler ekonomik kırılganlığı etkilemekte, siyasi ve ekonomik öngörülebilirlik iyice zayıflamaktadır. Bunu demek, “Ortaya çıkan ihtilaflarda güçlüye boyun eğelim” demek değildir. Ben şahsen Türkiye’nin menfaatlerinin “açık çatışma”lara girmeden, “ince siyaset”le çarpraz müttefikler bularak ve büyük güçlerin kendi arasındaki ihtilaflar üzerinden bir denge oluşturarak korunabileceğini düşünüyorum.
- 9-“Toplumumuz ‘Gezi’den bu yana söylenenle hakikat arasındaki farkı görüyor ve liderinin arkasında.”
Türkiye’nin ekonomik duraklaması 2013’te başlamıştır ama bu konunun Gezi’den kaynaklandığı doğru değildir. O işin de doğrusunu söyleyelim: Türkiye özellikle o tarihlerde ekonomik büyümesini bir ölçüde global “sıcak para” ile finanse etmekteydi. 2013 senesinde Amerikan Merkez Bankası (FED) faiz yükselterek bilanço küçültmeye başlayınca, global dolaşımdaki dolar ABD’ye geri dönmeye başladı; dolayısıyla EM ülkeleri olarak bilinen gelişmekte olan ülkelerden sermaye çıkışı oldu. Aynı anda Türkiye geri dönüşü çok uzun yıllarda gerçekleşen devâsâ ölçekli altyapı yatırımlarına girişmiş durumdaydı, finansal kaynaklar bu altyapı ve inşaat yatırımlarına kanalize edilince reel sektör ve özellikle ihracata yönelik üretim büyümek için gerekli finansal destekten mahrum kaldı. Türkiye’nin ihracat performansı 150 milyar dolar rakamlarında takıldı kaldı; 2012’de 152.5 milyar dolar olan ihracat 2015’te 143.9, 2016’da ise 142.6 milyar dolar olarak gerçekleşti. İhracat performansındaki başarısızlıkta sembolize olan bu durum, Türk ekonomisinde özellikle 2017 başından itibaren artan kırılganlıkların temel sebebidir. Türkiye kaynakları geri dönüşü uzun ve döviz getirisi çok sınırlı olan beton-inşaat işlerine gömerek sıkıntıya girdi. Gezi’nin yol açtığı istikrarsızlık ve otoriterleşme gerçek olmakla birlikte ikincildir.
10–“Kriz döneminde, pandemi döneminde kur yine 7’lere çıktı, tekrar 6’lara çıktı. Yine 7’lere çıktı, iner çıkar. Burada esas konu şu, finansal güvenlik noktasında, ekonomik altyapı noktasında Türkiye’nin bütün bu dalgaları kontrollü şekilde yönetip yönetemediğidir, bu anlamda ciddi açıdan çok güçlü bir altyapıya sahip. Önemli olan kurun seviyesi değildir.”
İktidarın ekonomik uygulamaları dikkate alındığında, bu ifadelerin hiçbir mantıki tutarlılığı yoktur. Ekonomik öngörülebilirlik politika tercihlerinin net, belirgin, şeffaf ve tutarlı olması; güven vermesi ve bu durumun süreklilik arz etmesiyle mümkün olur. Siyasi iktidar 2 hafta öncesine kadar döviz kurunu düşük tutmak için Türkiye’nin bütün rezervlerini eritti; yetmedi, Merkez Bankası ve kamu bankaları döviz borç aldı, onu da sattı. Eriyen döviz rezervi son 1,5 yılda takriben 100 milyar, son 6 ayda ise 60 milyar dolar oldu. Cephaneyi bitirdikten sonra, Nasrettin Hoca misali “Eşekten zaten inecektim ben” diyerek vatandaşlara ve piyasalara güven verilmez. İki haftada ağız ve tutum değiştirenin hangi sözüne itimat edilir?
Sonuç olarak benim diyeceğim şunlardır: Ekonomik politika dokümanları ve söylemleri tutarlı ve güvenilir bir gelecek perspektifi sunmuyorsa, bağımsız kurumların özerkliği zedelenmişse ve siyasi etkiye açık hale gelmişse, siyasi otorite keyfi şekilde tutarsızlıklar sergiliyor ve bu keyfi davranışların sonucu olarak hiç hesaba katılmayan durumlar ortaya çıkıyorsa ‘ekonomik öngörülebilirlikten bahsetmek mümkün olmaz. Bu tür keyfilik ve tutarsızlıklarla en doğru politikalar bile başarısız kalmaya mahkumdur. Berat Albayrak’ın anlattıkları, bu keyfilikleri ve tutarsızlıkları somut olarak ortaya koymuştur. Türkiye’nin krizi ekonomik olduğu kadar bir siyaset ve yönetim krizidir. Mevcut iktidarın ekonomiyi toparlayamayacağı bana göre ayan-beyan ortadadır.