George Floyd’un Mayıs’ta bir polis memuru tarafından öldürülmesinden bu yana, Black Lives Matter (Siyah Hayatlar Önemlidir) protestolarının yeniden canlanması, kültürel ve politik değişime olağanüstü bir ivme kazandırdı. Şirket ve markalar kâh samimiyetle, kâh yapısal adaletsizlikleri hedef alır gibi gözüken zoraki sosyal medya mesajlarıyla, sistemik ırkçılığın varlığını kabullenmeye koşturdular. Poliste reform Amerika çapında yaygın kabul görmedi. Buna rağmen Minneapolis Belediye Meclisi’nin tamamı emniyet müdürlüğünü feshetme yönünde oy kullanırken, California’nın Oakland ve Wisconsin’in Madison kentlerinin eğitim müdürlükleri de polisle olan sözleşmelerini sona erdireceklerini açıkladı. Köle tüccarlarını, ABD İç Savaşı’ndaki kölelik yanlısı Konfedere Güney eyaletlerinin liderlerini, ya da ırkçı mekân ayırmacıları (beyazlar ve Siyahlar için ayrı okullar, lokantalar, tuvaletler, kamu taşıma araçlarında ayrı yerler vb öngören fiziksel segregation yanlılarını) yücelten heykeller, Amerika gibi İngiltere’de de alaşağı edildi. Haksızlık ve eşitsizliğin bu tür fiziksel sembollerinin yanısıra, İngiliz ve Amerikan üniversitelerinden, müfredatın sömürgesizleştirilmesi (dekolonizasyonu) çağrıları da tekrar duyulur oldu.
İşyerlerindeki eşitsizliğe karşı mücadele, sanat dünyasında da devam ediyor. Brooklyn Müzesi’nin eski ve yeni çalışanları Eylül ayında sahneye çıkıp, yönetici kadronun beyaz olmayan çalışanları “her gün” maruz bıraktığı “zararlı ve kötü muamele”yi kınadı. “Daha İyi Bir Guggenheim” etiketini kullanan anonim bir grup var. Onlar da Guggenheim Müzesi’ne yolladıkları ve aynı zamanda internette yayınladıkları bir mektupla, müzedeki cinsiyetçilik, ırkçılık, sınıfçılık uygulamaları ile düpedüz kötü muameleyi ayrıntılarıyla anlatıp, Richard Armstrong, Elizabeth Duggal ve Nancy Spector adında üç üst yöneticinin işten çıkarılmasını talep etti. Geçen ayki yazımda sözünü ettiğim, iptal edilen Kollektif Eylemler sergisinde yer alması planlanan üç sanatçı, Whitney Müzesi’ne hitaben kaleme aldıkları bir açık mektupla kurumu “bir eylem yılına -bir seferberlik ve içe dönüp düşünme yılına” çağırdı.
Yine de sosyal adaletin galerilere yansıdığını görmeye daha epey bir yolumuz var. Bu, özellikle “evrensel” veya “ansiklopedik” olarak bilinen müzeler için geçerli. En son New York’un ünlü Metropolitan Müzesi’nde gerçekleştirilen bir enstalasyon, bunu bir kere daha kanıtladı. Müze Ağustos sonunda sınırlı sayıda ziyaretçi koşuluyla tekrar açıldı ve aslında 6 Mart’ta başlaması planlanan “Crossroads” (Kavşak) sergisi sonunda kamuoyunun gözleri önüne serildi. Sergi, “dünyanın her köşesinden, ortak fikir ve sanatsal biçimlerle ilgili düşündürücü hikâyeler anlatmak” ve “insanlığın küresel tarihini bir kesişmeler ve değişimler anlatısı olarak sunmak” suretiyle “karşılıklı kültürel bağımlılıklar fikri”ni masaya yatırdığını iddia ediyor.
Başkaları pek aynı fikirde değil. Erin L. Thompson, CUNY’de (City University of New York – New York Şehir Üniversitesi) sanat suçları profesörü. Thompson Twitter’da yazdıklarında, enstalasyonun daha ziyade “çalıntı eserlerinizi kullanarak, çalıntı eserlerinizi elinizde tutmayı savunmak üzerine bir master sınıfı”nı andırdığına işaret ediyor. Kısa bir tweet’ler serisinde Erin Thompson, sergideki yağma ve hırsızlık ürünlerini tek tek sıralamış. Bunlardan biri, bir 12. yüzyıl Kamboçya bodhisattva figürü. Thompson bu eserin ayaklarının kırık olduğuna ve bunun, Angkor Wat tapınağının duvarlarındaki yerlerinden koparılıp alınan heykelcikler için yaygın bir durum olduğuna dikkat çekiyor. Aşağıda resmini görebileceğiniz eser özel bir kişi tarafından Douglas A. J. Latchford’dan satın alınıp Metropolitan’a bağışlanmış. Peki Latchford kim? Kötü şöhretli bir antik eser yağmalayıcısı ve kaçakçısı. Daha 2019’da New York’ta hakkında iddianame düzenlenmiş. Ondan da önce, 2013’te Metropolitan bizzat Latchford’un bağışladığı iki 10. yüzyıl Kamboçya heykelini ülkelerine iade etmek zorunda kalmış. Buna rağmen döne döne yapıyorlar aynı şeyleri! Thompson sergide muhtemelen çalınmış veya ülkelerinden yasadışı yollarla ihraç edilmiş başka eserleri de göstererek sözlerini şöyle bitiriyor: “Evet, Metropolitan Müzesi bu serginin övündüğü gibi ‘mekânlar, çağlar ve kültürler arasında bir kavşak’ sunabilir -fakat bunu, ait olduğu yerlerden onların rızası olmaksızın elde ettiği eserleri elinde tutmak suretiyle yapıyor. Serginin ana metni, ‘evrensel müze’lerin -‘her şeyden bir adet istiyoruz’ modelinin- değerini savunmak için ileri sürülen pek çok gerekçeyi aynen tekrarlıyor.”
Ülkesine iade (repatriation) sorunu, yani (çoğu zaman antik veya çalınmış eserler etrafında dönen) belirli bir sanat ve kültür mirasını geldiği ülkeye (veya geçmiş sahiplerine) iade edip etmeme tartışmaları, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin yağmaladığı sanat eserleri nedeniyle, 20. yüzyılın sonlarına doğru giderek önem kazandı. Tartışmalı kültürel mülkiyet unsurları denince, çoğunlukla şu anlaşılıyor: Bir grup veya topluluk tarafından başka bir gruptan, emperyalizm, kolonyalizm veya savaş bağlamındaki yağma eylemleri sayesinde çekilip alınan fiziksel nesneler. Bunlar çok geniş bir yelpazeyi kapsayabilir; tablo, heykel ve anıtlar gibi, antropolojik araştırmalar için edinilen âlet ve silâhları, sair gündelik yaşam objelerini, hattâ insan kalıntılarını bile içerebilir. Olabilecek en geniş formülasyonuyla soru, bu tür sanat eserleriyle ne yapılması gerektiğidir; en çok dile getirilen ülkelerine iade talebi, benim bu yazı dizisinde tartışacağım üzere, problemin tek çözümü olmayabilir.
Ne ki sorunun telâffuz edilmesi bile korku ve endişe uyandırmaya yetiyor. 2002’de on sekiz büyük müze “Evrensel Müzelerin Değeri ve Önemi Üzerine Bir Beyannâme” yayınladı. Bu metin, dünyanın dört bir yanında bu tür kurumlarda tutulan çalıntı eserlere ilişkin genel ve özel iddialar karşısında en azından kısmen bir savunma niteliğindedir. Aralarında Metropolitan, British Museum ve Louvre’un da bulunduğu imzacılarının biri hariç hepsi Batı’da ve yarısından fazlası anadili İngilizce olan ülkelerde. Beyannâmede şöyle deniyor: “Uzun zaman önce orijinal kaynaklarından alınmış nesneler için müzelerin de geçerli ve değerli bir bağlam sağladığı gerçeğini gözden kaçırmamalıyız. Eski uygarlıklara duyulan evrensel hayranlık, bu kültürlerin büyük müzeler tarafından uluslararası kamuoyuna açılmasının etkisi olmasaydı, bugün bu kadar kök salmış olamazdı.”
Yazı, “Müzeler sadece tek bir milletin vatandaşlarına değil, her milletten insana hizmet ediyor” cümlesiyle sona eriyor.
Buna karşı, Kenya Ulusal Müzeleri’nin eski genel müdürü George Abungu, bu tür müzelerin “evrensel” bir kültürden dem vurmasını “iade meselesi etrafında diyaloga girmeyi reddetmenin bir yolu” olarak niteliyor. Gerçek şu ki “evrensel” müze aslında hiç evrensel olmadı. Zamanla “ansiklopedik müze”ye evrilen bu terim, bilginin sınıf, millet, ırk veya etnisite gibi her türlü kimlik ve aidiyet kavramının üzerinde, havada uçuştuğu, tarafsız ve sterilize edilmiş bir kurumu imâ ediyor. Oysa müzeler son derece politik alanlar. Çok özel tarihler ve bağlamlarla iç içeler. Steven Lavine ve Ivan Karp’ın Exhibiting Cultures: The Poetics and Politics of Museum Display (Kültürleri Sergilemek: Müze Gösterimciliğinin Poetikası ve Politikası) diye bir kitabı var. Girişinde, müzelerin kurucu-yapımcılarının kültürel varsayımları ve kaynaklarından hareketle, sergilenen nesneler etrafında belirli siyasal ve sosyal anlamlar ördüğüne dikkat çekiyorlar. “Kültürlerin nasıl sunulduğuna ilişkin kararlar, güç ve otoriteye ilişkin daha derin kanaatleri yansıtır” diyorlar. Bunlar da “bir ulusun ne olduğu veya olması gerektiği, ya da vatandaşların birbirleriyle ilişkisinin nasıl olması gerektiği konusundaki önermelere dönüşebilir.” Özünde bu, bir müzenin “evrenselliği”nin, ardında kendi tarihi ve siyaseti yatan ideolojik bir duruş olduğu anlamına geliyor. Eşitsiz, hiyerarşik bir “evrensellik”tir sergilenen. Bu nedenle apolitik, ideolojisiz bir düzlemde “evrensel” bir müzenin var olabileceğini iddia etmek, tümüyle saçma değilse de saf ve idealist görünüyor. Bugün sergilenen nesneleri, halihazırda ikamet ettikleri kurumun “evrensellik” iddialarına rağmen, orijinal bağlamlarından ve bunlardan sökülme koşullarından soyutlamak olanaksızdır.
Şu “ülkelerine iade” meselesinin karmaşık dehlizleri ve nüanslarına daha fazla girmeden önce, Metropolitan veya British Museum gibi “evrensel müzeler” hakkında kısa bir özet sunmanın yararlı olacağı kanısındayım.