Dışarlarda bir yerlerde balık kızartıyorlar. Sonbahar, balıklar çoğaldı. Akşamlar biraz daha serin. Neredeyse serin. Güneş batmak üzere. Şimdi. Masa hazırlanıyor çatal kaşık sesleri. Salata yapılmış, sosunu dökmek için son dakikayı bekleyecekler. Solmasın, küsmesin diye. Hangi balıktan aldılar acaba, kızartma olduğuna göre barbun olmalı. Palamut da çıktı ama ızgara olur ondan, mis. Yanına kırmızı soğan ve roka. Başka bir şey istemez, öyle kendine güvenir palamut.
Şevek’le bakışıyoruz. O da balık kokusunu aldı belli. Mahallenin diğer kedileri hücum eder şimdi, etsin. Fısfısa su doldurmuşlardır kovalamak için. Ya da belki direk bardak dolusu suyu atarlar üstlerine. Atsınlar, kedi çetesi sıyrıktır, utanmaz aç olmaktan.
Şevek bana bakıyor kocaman sarı gözleriyle. Anca bakar bu kedi, arada minik bir bau sesi çıkarır. Kulakları döner durmadan, oynar. Bu da yaşlandı. Kilo aldı bir kere. Tembelişko. En kalite mamayı yer yattığı yerde, marka su içer. Datça’da gördü ilk kez çimenleri. Korktu önce sonra da bir sevdi. Şimdi günde üç kez çimlere çıkarıyorum. Tasması boynunda. Tel kapı açık kaldığında koşarak dışarı çıkıyor. Ama ne koşma. Koca kıçını varır varmaz çimlere bırakıyor. Yorgun hep. Hiçbir şey yapmamanın yorgunu bizim Şevek. Tembel. Adını söyleyince bile on dakika sonra dönüp bakıyor, hem tembel hem dağınık. Dikkat sıfır. Ama öyle tombul ki kucağıma kocaman bir bebek almış gibi hissediyorum her zaman. Kucak dolusu kedoş. Yumuşak.
Dolunay sapsarı çıkıyor denizin üstünden. Fotoğraf çeksem mi, aman boş ver nasılsa iyi çıkmıyor benimkinde. Bir noktacık. Sarı nokta.
Balık kokusu her yeri sardı. Babam geliyor aklıma. Her Pazar balık günüydü bizde, çarşıya bir gün önceden gider, balığını peynirini alır gelir. Pino’sunu sürmeden çıkmazdı evden. Çam kozalağı şişesine hayrandım parfümün. Hâlâ arada burnuma gelir. Bir defasında vapurdayım. Bir yerlerden Pino kokusu geliyor buram buram. Oturduğum yerden kalkıp aranmıştım. Babam sanki yanı başımdaymış gibi olmuştu. Gözlerimden sel gibi yaşlar akmak istiyor, durmadan yutkunuyorum. Kendimi zor atmıştım iskeleye varınca. Kalabalığa karışınca yalnızlıkla başa çıkmak daha kolay gelmişti bana.
*
Misafirleri var galiba, her zamankinden daha kalabalık geliyor sesler. Rakılar da koyulmuştur şimdi. Buzlar atılmıştır içine. Bembeyaz kesilince rakı ilk yudum için herkes birbirini beklemiştir. Tokuşturma sesi duyulmuyor. Sadece gülüşmeler. Biri daha çok konuşuyor. Bir adam. Anlatıyor durmadan. Bir kadın daha çok gülüyor. Ne güzel gülüyor. Sakınmadan. Demek ev sahibine yardım etmiyor. Balık kızartana. Yoksa oturup gülmeye vakti olur muydu? Olmazdı. Kim acaba? Güzeldir kesin. Böyle rahat güldüğüne göre.
Şevek ayağıma dolanıyor. Mama istiyor belli. Ama canım Şevek, obeziteyle mücadelemiz sürüyor tatlı Şevek. Azıcık daha bekle, sabahın köründe, gecenin yarısında mama diye gelip kafama oturmandan yıldım şişko Şevek. Vazgeçiyor çabucak istemekten. Ayağımdan az ileriye kıvrılıp yatıyor. Başını boş sandalyenin kenarına dayıyor. Kararlılık sıfır, obezite on. Bekle, bekle az sonra geliyor maman.
Kahkahalar çoğaldı. Birileri daha eklendi galiba misafirlere. Bunların da hiç bitmez gelenleri. Sabah kahvaltısı ayrı, akşam ayrı.
*
Babam sevmezdi misafiri. Varsa yoksa biz. Dört kişi. Arada halam gelirdi kızıyla. O zamanlar Kartal’da otururlardı, ellerinde halamın diktiği bez torba olurdu. Geldiler mi kalacaklar, o belli. Gecelik, pijama, sabahlık, bahçelerinden mevsimine göre meyveler, az biraz sebze. Annem severdi Koca Halayı. İri yarı, iki yana devrile devrile yürüyen halam geldi mi babamın bütün düzeni bozulurdu. Biz sevinirdik. Halamın kızı Birsen abla frizbi getirmişti bir seferinde. Bahçeye inip abimle beraber üçümüz oynamıştık. Uçarak gelen frizbiden sonra bir seferinde de nereden bulduysa Birsen abla burnunda topçuk kırmızı palyaço burnuyla gelmişti bize. Kapıdan girdiğinde yerlere yatmıştık gülmekten. Babam yoktu evde. Annem bile takmıştı. Takıp çıkarmıştı daha doğrusu. Utanmıştı koca kadın. Koca kadın. Otuz üç yaşındaymış o zaman. Abim on dört, ben on iki. Halam kırk beş, Birsen ablam yirmi. İTÜ Mimarlıkta okuyordu o. Halam dikerdi modelini çizdiği giysilerini. Acayip acayip şeyler. Çılgınca.
Babamdan esirgenen hoşgörünün hepsini halama vermişti sanki yaradan. İyi adamdı iyi. Allah günah yazmasın okuttu beni de abimi de. Birimiz bankacı birimiz reklamcı. İkimizin aynı okulda olması şarttı ama olsun. Abim aslında fizik okumuştu ama o boşluğu çabuk gördü, bir de sinemaya çok hevesi vardı. Ajansların ajans olduğu yıllardı, atladı geçti o tarafa. Ben hep bu taraf. Uslu çocuk, uslu evlat, uslu kız.
*
Şevek boğulurcasına yiyor mamasını. Sonra koşar kumuna. Benim de işim bu şimdi. Mama koy, kumu temizle. Suyunu ver, tüyünü tara. Oy kuzum, birtaneciğim. İyi ki yanımdasın annem. O mama kabında ben tepside, karşılıklı yeriz yemeklerimizi.
Tam buğday yufkası arasında beyaz peynir domates, biber, yanında çay. Akşamları hafif yemek lazım diyorlar. Bu da benim payım bugün. Yufka pazardan, balık yok, kızartma balık hiç yok.
Komşu döktürmüştür gene. Balığın yanına ne koymuştur. Sabahtan kızıyla konuşuyorlardı yemek listesini. Vegan biri de gelecekmiş, bol zeytinyağlı yapar çıkarız işin içinden diyorlardı. Kim acaba vegan olan? Gençtir kesin. Kadın mı acaba, hani çok gülen. Bayılmıştır masayı görünce. Arasa bulamaz başka yerde. Nerde bulamaz, mesela bende!
Müzik de açtılar. Türk sanat müziği, severim ben de. Annem mutfakta yemek yaparken mırıldanırdı eskiden. Nasıl tatlı bir sesi vardı. Çekerim hep o siyah gözlerinin matemini en sevdiği şarkıydı. Nasıl güzel söylerdi. Yumuşak hafif boğuk bir ses. O annem. Hâlâ mutfakta radyo çalar bende de. TRT1. Dinozorluk anneden intikal. Mutfak masasındaki dantelli naylon örtünün üstünde hep bir vazo, bazen tazesi çiçeklerin, bazen kendi yaptığı bordo kadifeden güller. Ama mutlaka çiçek. Zevkli kadındı vesselam. Makyaj hiç sevmez, bir kere bile görmedim yüzüne bir şey sürdüğünü, bir tek Nivea. Bol bol. Bir de ojesiz gezmezdi hiç. Ben sürsem ikinci gün pert. Yarısı var yarısı yok. O nasıl hallederdi bilmem ama eller hep bakımlı, incecik altın alyanslı. Emel Sayın’ın elleri gibi derdi halam. Halamın parmakları boğumlu oysa. Kocaman bir gümüş yüzük, alyansı.
Bir de annemin çivi topuk ayakkabıları. Saklamıştı benim için bir süre. Canım. Nerden bilsin benim halama çekeceğimi. Aynı boğumlu parmaklar, aynı yana doğru devrilerek yürüme hali. Ayaklar gençlikte otuzdokuz şimdi kırkbir.
*
Biri şarkıya eşlik ediyor. Zeki Müren’in bir şarkısı iyi biliyorum. Hayatım Aşkınla Yanıp Kavrulsun küllerim geçtiğin yola savrulsun, diye devam eder bu şarkı. Anneciğimden öğrenip sevdiğim bir şarkı da buydu. Çok söyledim bir zaman, gençlikte. Her yere bu şarkının sözlerini yazardım defter arkalarına, gazete kenarlarına. Yandım kavruldum sandım o zamanlar, o değilmiş yanmak meğer…
*
Kim o kim? Biri var şarkıyı ne güzel söylüyor, billur gibi bir ses. Şarkı başlarken şarkıyı, besteciyi, güfteyi anlatıyor. Biliyor baya baya. Şarkılar peş peşe. Demek yemek bitti. Muhabbete döndüler. Güzel sesli arkadaşları var, müzik bilen, söyleyen, ne hoş. Yemekler güzel, şarkılar güzel, arkadaşlar güzel. Bir şarkı istesem benim için de söyler mi acaba, ayıp olur, olur mu öyle şey. Gizli gizli dinliyor derler. Beni bilseler, ne çok şarkı bildiğimi, bilseler, isterler…
Bunların yanındaki evde huysuz bir kadın var. Emekli valiymiş. Bir bağırır bir bağırır bu kocasına, oğluna. Şimdi de başlar bağırmaya, susun diye. Herkes sussun bu bağırsın. Kendisi devlet çünkü. Öyle zannediyor. Devlet baba. Ana olmaz bundan, zalim, ağzı bozuk, edepsiz. Yokuştan inerken hiç bakmam, selam vermem. Nerede rastlasa kedilerini anlatır, ortak konumuz sanıyor. Gönüllü mama bağışlayıcısı bulmak yeni işi. Yakasını bırakmaz insanın. Geçen yakalandım, Ankara’ya dönecekmiş üç aylığına, mama bırakması gerekiyormuş mahalle kedilerine. Ayağım havada bekliyorum gideceğim. Yok yapıştı bırakmıyor. Kocası yüz elli iki yüz kilo var. Adam bariyer kurmuş çevresine, emeklivalihanım ona dokunmasın diye. Biri eğlenmeye görsün, bu kadın delirir. Ama hayret bugün sesi çıkmıyor.
Tepsiyi mutfağa götürdüm öylece bıraktım. Koca bir kêseye çekirdek doldurdum. Geçtim bahçeye, koltuğuma oturdum. Eskinin yazlık sinemaları gibi. Yarısı ısırılmış gibi duran ayın ışığı pırıl pırıl.
Balığın kokusu geçer gibi oldu, annem gibi bir kêseye sabunlu su hazırlayıp getirmişler midir masaya? İçinde minik havlular. Islak mendil vardır belki. Şarkılar devam, kahkahalar devam. Fotolar da çekiliyordur şimdi. Bozulmadan önce masanın fotoları, sonra balığın, rakının, birbirlerinin. İtişip sığmaya çalışıyorlardır ekrana. Ne eğlence ne eğlence.
Ben çocukken hiç gülmezmişim. Gerçi sonra da çok güldüğüm söylenemez ama neyse, insan öğreniyor gülümsemeyi. Halam rahmetli, kızım, derdi, zıplayan pempe ponpon tavşanları düşün, ikide bir düşen Laurel’le Hardy’i düşün, o da olmadı Cevat Kurtuluş’u Vahi Öz’ü düşün. Düşünürdüm ama komik gelmezdi bana. Düşmelerine üzülürdüm, tekme yemelerine sonra. Cevat Kurtuluş’u ağlarken Vahi Öz’ü kızarken düşünürdüm. Halamla değil babamla düşünürdüm. Şöyle ağız dolusu gülerken bir fotoğrafım yok mesela, annemin de yok, babamın da…
Bahçedeki hışırtı, tam zamanı. Benim kirpi geldi anlaşılan. Riprip bu saatte uğrar mutlaka, boydan boya dolaşır, bir yerlere gider sonra. Şeveğin kılı bile kıpırdamaz. Bazen evden yiyecek bir şeyler koyarım duvar diplerine. İkramlık. Kendini iyi hissetsin diye. Beklediğimi bilsin diye. Tek başına sanmasın kendisini diye. Bıraktığım peynir parçalarını buluyor, şıpırtılardan anlıyorum. Dökülen begonvil çiçeklerinin üstünden geçip gidiyor Riprip, sonbaharın geldiğini anladın mı sen de dikenli güzel.
Üşüdüm. Hava bulutlandı. Minderleri toplayıp içeri girdim.