Bizans’ın Khora Kilisesi, fresk ve mozaikleriyle dünya çapında ünlü. Doğu Roma resim sanatının son döneminin önemli örneklerini barındırıyor. İstanbul’un fethinden sonra da bir süre kilise olarak kullanılmaya devam etmiş, 1511’de camiye çevrilmiş, 1945’te ise müze ve müze deposu olarak kullanılmak üzere Millî Eğitim Bakanlığı’na tahsis edilmişti. Yönetimi oradan Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın (şimdiki adıyla) Kültür Varlıkları ve Müzeler [bundan böyle KVM] Genel Müdürlüğü’ne geçen Kariye Müzesi, Türkiye’nin zengin tarih ve kültür mirasının Bizans ayağı açısından, Ayasofya ile birlikte birincil önem taşıyordu.
Ne ki, gene Ayasofya’dan sonra bu ikinci anıtın müze statüsü de dün sona erdi. Kariye Müzesi’nin yönetiminin Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilerek ibadete açılması kararı 21 Ağustos 2020 Cuma itibariyle yürürlüğe girdi. Cumhurbaşkanının imzasını taşıyan kararda, Kariye Camii’nin müze ve müze deposu olarak kullanılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı’na tahsis edilmesine ilişkin 1945 tarihli Bakanlar Kurulu kararının geçen yıl Danıştay 19. Dairesi tarafından iptal edildiği belirtilerek, “Kariye Camii’nin yönetiminin 22.6.1965 tarihli ve 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un 35. maddesi gereğince Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilerek ibadete açılmasına karar verilmiştir” denildi.
Tarihin çok farklı dönemlerinde bu topraklarda yaratılmış medeniyet eserleri hakkında aldığımız üzücü haberlerin üzerine bir de bu eklenmiş oldu. Sorun sadece devlet, hükümet veya yerel yönetimler değil. Gerçek şu ki, halkta da tarih ve kültür mirasına karşı (cami ve türbe değilse) kayıtsız ve saygısız bir yıkıcılık söz konusu. Trabzon’daki Sümela Manastırı, 13. yüzyıldan kalma bir Yunan Ortodoks yapısı. Renovasyonu bir yıl sürecek denmiş, ama sonuçta beş yılı bulmuştu. Geçtiğimiz 28 Temmuz’da, yani üç hafta önce açıldığında, ziyaretçiler karşılaştıkları tahribatı sosyal medyada paylaştı. Bu fotoğraflarda, insan boyunun erişebildiği neredeyse bütün fresklerin yüzlerinin parçalanmış olduğunu gördük. Duvarlar ise tamamen kazınan isimlerle kaplı hale gelmişti. Kültür ve Turizm Bakanlığı KVM Genel Müdür Yardımcısı Yahya Coşkun, bir Anadolu Ajansı muhabirine yaptığı açıklamada, asıl tahribatın 1800’lerden başlayarak 1960’lar ve 70’lerde gerçekleştiğini kaydetti. 2015 yılından beri manastırda çok kapsamlı bir çalışma yürütüldüğünü, gene de fresklerin ancak bir sonraki aşamada temizlenebileceğini belirtti.
Henüz bu şoku sindirmeye çalışırken dikkatimiz bu sefer Ani harabelerine kaydı. İlkçağ ve Ortaçağda bu bölgede mevcut Ermeni nüfusun ve krallıkların kapladığı alan, Roma ve Bizans dönemlerinden sonra, Osmanlı egemenliğine giren batı Ermenistan ve Kafkaslara inen Rus Çarlığının egemenliğine giren doğu Ermenistan şeklinde bir ayrışmaya uğradı. Kars’ın güneydoğusundaki Ani ve çevresi, 961-1045 arasında Bagretuni hanedanına mensup Ermeni hükümdarlarının başkenti oldu. Çağının en zengin kentlerinden biri olan ve “1001 Kilisenin Şehri” olarak bilinen Ani’de, Ermenilerden Bizanslılara, Selçuklulardan Gürcülere ve Osmanlılara kadar pek çok uygarlığın kalıntılarını görmek mümkün. Gelişmelere bakılırsa, mümkündü demek belki daha doğru olacak. Zira yine şu Ağustos ayının başında, ören yerindeki bazı yapıların ziyaretçiler tarafından duvarlarına kazılan isim ve tarihler yüzünden gördüğü hasar sosyal medyada paylaşıldı.
Yine Kars’ta, iki kilometre uzunluğundaki Borluk Kaya Vadisi’nin yaklaşık 7 bin yıllık kaya resimleri de gelip geçenlerin kendi isimlerini kazımaları nedeniyle yok olmak üzere. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin elinden alınarak Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilen Galata Kulesi’nin içinde yürütülen restorasyon (veya: güya restorasyon) sırasında, yüzlerce yıllık duvarların sarsıntı ve titreşim etkisi çok yüksek kompresörlü matkaplarla delinmesi kamuoyuna yansımış; bu alabildiğine keyfî, hoyrat ve cahilce çalışma tepki uyandırmış; İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan açıklamada, restorasyonu yapan firmanın İBB’ye ait aydınlatma ekipmanlarını habersizce ve gelişigüzel bir şekilde söktüğü belirtilmiş; Belediye sözcüsü suç duyurusunda bulunulacağını kaydetmişti.
Bütün bunlar olup biterken, Anadolu’nun diğer ucunda belki hepsinden büyük bir trajedinin son perdesinin son sahnesi de sessizce oynanıverdi. 12 bin yıllık Hasankeyf, Neolitik mağaraları, Roma İmparatorluğu’nun sınır boylarında yer aldığı zamanlardan kalma kalesi, İpek Yolu üzerinde işlek bir ticaret merkeziyken yapılıp kullanılan bir Ortaçağ köprüsü, Anadolu beyliklerinden Artuklulara ait eserleri ve sonra Osmanlı yapılarıyla birlikte, 2019’da tamamlanan Ilısu Barajı ve hidroelektrik santrali sonucu sular altında kaldı. Zamanında çok protesto edilen, ama resmî makamların bütün itirazlara duyarsız kalıp aynen uygulamakta ısrar ettiği proje, daha gün ışığına çıkmamış bir arkeolojiyi yok etmekle kalmadı, 70 bini aşkın insanı da yerinden yurdundan etti. Evlerini ve geçimlerini yitirenler, bu travmatik süreçte hiç görüşlerinin alınmadığını tekrarlıyor. Türkiye içinden ve dışından çevreciler ve arkeologlar ise kızgınlık ve bıkkınlığa gömülmüş durumda.
Ayasofya ve Khora/Kariye müzelerinin camiye çevrilmesi, tabii bu örneklerdeki gibi bir topyekûn tahribat kategorisine girmiyor. Fakat bütün bu olayları bağlayan unsurlar var. Bir yandan, kökleşmiş bir tarih umursamazlığı; öte yandan, daha karanlık bir formuyla, içinde yaşadığımız toprakların tarihini yeniden yazma çabası. Kariye’de daha ne gibi değişikliklerin yapılacağını bilmesek de Ayasofya örneğinden ilerleyerek birkaç tahminde bulunabiliriz. Görünüşe göre yetkililer, Ayasofya’nın apsisindeki Bakire ve Çocuk ve bemadaki Başmelek Cebrail mozaiklerini gizlemek için (muhtemelen geri çekilebilir) bir perde mekanizması kurmayı seçmiş. Havada kendi kendine uçup yerçekimine meydan okuyan bir sistem keşfetmediklerini farz edersek, yelken benzeri altı adet perde, muhtemelen bema tonozunda veya apsiste bir yere bağlanmış bir mekanizmaya asılı olmalı.
Haydi, mozaikleri örten kumaşın alev geciktirici özellik taşıdığını; ayrıca, haşere ve toz kontrolü açısından da düşünülüp değerlendirildiğini varsayalım. Apsisin içine yerleştirilmiş dairesel bir çubuk göze çarpıyor ki, ibadet bittikten sonra perdeleri geri çekmeye yarayacağını varsayıyorum. Bu amaçla bir uzaktan kumanda sistemi kurulmuş olmalı. Bu da bir çeşit elektrik ve kablolama donanımı gerektirir ki, işleyişi güvence altına almak için birkaç yerde Ayasofya’nın duvarlarının delinmesine yol açmış olabilir. Unutmayalım ki 1500 yıllık, yaşlı ve takatinin sınırında bir bina söz konusu. Perdelerin ve açıp kapama mekanizmasının ağırlığı küçük görülebilir, ama antik yapıya gene de ekstra baskı uygulayabilir. Cemaatin namaz kılabilmesi için yerlere serilen turkuaz halılara dönersek, yine perdelerle aynı standartlarda yangın, haşere ve toz, hattâ nem faktörleri kritik olacaktır. Halıları döşeyen fabrikanın yönetim kurulu başkanının belirttiği üzere, Cumhurbaşkanına danışıldığının ve daha yüksek kaliteli Yeni Zelanda yünü önerilince ithal malzeme kullanılmamasını istediğini biliyoruz. Bu da, tarihî mirası azamî ölçüde korumanın o kadar da önemli görülmediğini düşündürüyor.
Ayasofya’nın camiye çevrilmesi kararının resmiyet kazanması ile ilk namaz arasında sadece on dört gün vardı. Dönüşümün gerektirdiği değişiklikler için en iyi alternatifleri bulmak; bunun için etraflıca düşünmek, uzmanlarla konuşmak, tartışmak ve planlamak açısından on dört gün yeterli miydi? Diyeceksiniz ki, aslında o karar çok daha önceden verilmişti ama açıklanmıyor, bir Danıştay formalitesinin yaşanması bekleniyordu. Peki, Kariye’nin mozaik ve freskleri için ne sürede, nasıl kararlar verilecek? Neden tarihî anıtlarımız için koruyucu bir yaklaşım yerine sürekli müdahaleci bir yaklaşımı tercih ediyoruz? İstanbul’un ve daha genel olarak Türkiye’nin, İslâm-Osmanlı tarihi dışında bir geçmişi olmasın mı?
Durum, Hasankeyf’in usta zanaatkârlarından Zülkü Emer’in bir New York Times muhabirine yakındığı gibi: “Gerçek tarih orada ve biz onu boğuyoruz. Türk usulü bu. Bir şeyi mahvederiz ve sonra içinde yaşamaya çalışırız.”