Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAmaç günü kurtarmak mıydı?

Amaç günü kurtarmak mıydı?

Cumhurbaşkanı Erdoğan rotayı AB’ne çevirme iradesini gösteriyor, ancak bu rotanın gerçek bir şekilde çizilebilmesi için gereken şartların yerine getirilmesi yönünde adım atmaya hazır olduğuna dair herhangi bir işaretin mevcut olduğunu söylemek pek mümkün değil. Bugün itibarıyla Vilnius kararı günü kurtarmak, Zirve sırasında Cumhurbaşkanı’na gelecek baskılarından kurtulmak için atılmış bir adım olarak gözükmektedir. İktidar her attığı adımın karşılığını misliyle alma teşebbüsünde gibi gözüküyor. Ancak daha önce de görüldüğü üzere bu teşebbüsün de sonradan hüsrana uğrama ihtimali çok kuvvetlidir. Nitekim 2009’da Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliği, Peygamber karikatürleri yüzünden Türkiye tarafından veto edilmeye kalkılmış, ancak ilgisiz bir şekilde Genel Sekreter Yardımcılarından birinin Türk vatandaşı olması karşılığında bundan vazgeçilmiştir. Arka arkaya iki vatandaşımız bu göreve atanmış, sonra da görev bir üçüncü ülkeye verilmiş, Rasmussen de Genel Sekreterliği beş yıl boyunca yürütmüştür.

Tek adam rejimine geçtiğimiz 2018 yılından itibaren devlet yönetimindeki kararların artık tartışmayla alındığı dönemin kapandığının gerekiyorsa yeni bir örneğini geçtiğimiz hafta tekrar yaşadık.  Benim nesilden olanlar, hatta daha gençler Bakanlar Kurulu adlı bir kurumun hala mevcut olduğu ve TBMM’nin onay makamı olmakla sınırlı olmadığı dönemleri hatırlarlar.  Önemli kararlar Bakanlar Kurulunda tartışılır, koalisyon dönemlerinde tüm ortakların onayı alındıktan sonra sonuçlanır, bazı durumlarda TBMM toplanır ve tüm görüşler dinlendikten sonra atılacak adımlar atılırdı.  Tabii bizde eşyanın tabiatından olan lider sultası o zamanlar da vardı. Dolayısıyla bazı istisnai durumlar hariç kararların demokratik bir şekilde alındığı söylenemez.  O zamanlarda bile son söz liderlerin olur, Bakanlar ve milletvekilleri bunlara uymak zorundaydılar.  Zira itiraz edene kapı gösterilirdi.

Bugün ise apayrı bir sistem altında yaşıyoruz.  Tek bir kişi ülkeyi istediği gibi yönetiyor, Bakanlar veya milletvekillerinin söylediklerinin hiçbir hükmü kalmıyor, kararlar ancak liderin ağzından çıkınca öğrenilebiliyor.

Geçtiğimiz hafta bunun örneklerine birkaç kez şahit olduk.  İlk önce Vilnius’e hareket ederken Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin AB üyeliği ile İsveç’in NATO üyeliği arasında bir bağ kurmuş ve ülkemiz AB’ne alınmadıkça İsveç’in NATO’ya girmesine izin vermeyeceği şeklinde yorumlanan ifadelerde bulunmuştur. Doğrusu meslek hayatı boyunca AB işleriyle uğraşmış bir kişi olarak bu sözleri duyunca ağzım açık kaldı. Ve gerçekten içimi derin bir endişe kapladı.  Acaba asıl niyet olmayacak bir yola sapmak suretiyle ülkemizi Batıdan kopartmak mıydı?

Neyse ki endişem fazla uzun sürmedi. Bu sefer akşam saatlerinde Cumhurbaşkanının İsveç Başbakanı ve NATO Genel Sekreteriyle yaptığı ve sanırım baş başa cereyan eden görüşmeden sonra İsveç’in NATO üyeliğine adaylığına Cumhurbaşkanının koyduğu vetonun kalktığını ve gerekli onay kanun tasarısının “en kısa zamanda” TBMM’ne sunulacağını Genel Sekreter Stoltenberg açıklayıverdi.

TV ve özellikle tartışma programı seyretmek adetlerim arasında değildir.  Hep aynı insanlar, hep aynı şeyleri konuşurlar.  TV kanalları için en ucuz programların bunlar olduğu biliniyor. Yalnız Pazartesi akşamı Vilnius üçlü toplantısından bir haber çıkacağı beklentisiyle istisnai olarak televizyonu açtım.

Beklentilerim boşa çıkmadı. Stoltenberg açıklamasını yaptı.  Hızla kanalları dolaştım.  Tüm yorumcular şaşkınlık içindeydi.  Zira İsveç vetosunun devam edeceği kanaatindeydiler.  Genellikle sağda veya solda olsunlar ortak yönü Batı düşmanlığı olan çoğu yorumcu toparlanıp olanları izah etmeye çalışıyorlardı ama belli ki bunda fena halde zorlanıyorlardı.

Tabii eskiden olsaydı Vilnius’te açıklanan karardan önce konu etraflıca tartışılırdı.  Örneğin, meslek hayatımda hatırladığım olaylardan biri Avrupa Birliğinin Aralık 1999’da Helsinki Zirvesinde yapılan ülkemize adaylık teklifi üzerinde hükümet içinde açılan tartışmalardır.  Dışişleri Bakanı İsmail Cem ve danışmanları teklifin Kıbrıs sorunu çözümlenmeden Adanın AB’ne katılması yolunu kapatmadığı gerekçesiyle onu reddetme taraftarıydı.  Halbuki Türkiye adaylık teklifini reddetmiş olsaydı bile bölünmüş Kıbrıs’ın AB’ne katılmasının kapıları kapanmayacaktı. Zaten ülkenin yerinin AB’de olduğuna inanmadığını defalarca ispatlamış olan zamanın Başbakanı Ecevit de aynı gerekçeyle teklifi reddetmeye hazırlanıyordu. Ancak Devlet Bakanı Mehmet Ali İrtemçelik’in müdahalesi üzerine konu Bakanlar Kuruluna taşınmış ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz’ın baskısıyla teklifin kabulü kararlaştırılmıştı.  Bugün olsaydı böyle bir şey olmaz, baştaki kimse onu kararı itirazsız uygulanırdı.

Vilnius’te açıklanan karar tüm Batı ülkelerini sevindirdi.  Stoltenberg onay sürecinin en kısa zamanda yapılacağına ilişkin Cumhurbaşkanından taahhüt aldığını açıkladı.  ABD Başkanı Biden, Türkiye’ye F16 satışları konusunda yeni vaatlerde bulundu, Senatoda bu satışlara karşı olanların tavrının yumuşadığı duyuldu.  Diğer taraftan NATO Genel Sekreterinin yaptığı yedi maddeli açıklamada, İsveç’in ülkemizin AB adaylığına verdiği desteğin süreceği, bu arada terörle mücadele istikametinde attığı adımlara bir yol haritası çerçevesinde devam edeceği ve bu mücadelenin ülkenin NATO’ya katılmasından sonra da süreceği, NATO Genel Sekreterinin de bir terörle mücadele koordinatörü atayacağı hususları yer almaktadır.   Metin bu esaslara dayanarak İsveç’in NATO’ya katılma protokolünün onaylanmak üzere TBMM’ne gönderileceği ifadesiyle son bulmaktadır.

Bu mutabakat ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın verdiği onay sürecini hızlandırma taahhütü çerçevesinde zirve kendisi için rahat geçmiştir.  Zirveden önce Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskyy’nin Rus istilası başladıktan sonra ilk defa olarak ülkemize davet edilmesi, Ukrayna’nın NATO adaylığına Türkiye tarafından destek verilmesi gibi önemli gelişmeler üzerine ülkemizin rotasını Batıya çevirdiği yolunda yorumlar yapılmaya başladı.  Gerekçe olarak iktidarın had safhaya ulaşmış olan ekonomik krize çözüm bulmak için Batı kaynaklarına ihtiyaç duyduğu, bunların da ancak ülkenin Batı ile sıkıntılarını aşmakla mümkün olabileceğinin idrakı, Prigojin darbe girişiminden sonra Putin’in gücünün epey zayıflamış olmasının anlaşılması gibi hususlar dile getirilmiştir.

Ancak bu iyimser havanın devamı pek mümkün olmamaktadır.  Cumhurbaşkanı Erdoğan rotayı AB’ne çevirme iradesini gösteriyor, ancak bu rotanın gerçek bir şekilde çizilebilmesi için gereken şartların yerine getirilmesi yönünde adım atmaya hazır olduğuna dair herhangi bir işaretin mevcut olduğunu söylemek pek mümkün değil.  Tersine Vilnius dönüşünde onay süreci için AB’nin ülkemizin adaylığı konusunda bazı adımlar atması gerektiğini yeniden dile getirdi.

Oysa AB ülkemizle ilişkileri normal seyrine oturtmak, katılma müzakerelerine tekrar başlamak için hem içeride demokratikleşme ve hukuk alanında Avrupa standartlarına uygun bir yapı tesisi, AİHM kararlarının uygulanması, dış politikada da başta Kıbrıs meselesinde BM parametreleri ve Avrupa müktesebatı çerçevesinde çözüm arayışlarına destek verilmesi gibi şartlar konmuştur.

Bu yönde bir hareket olacağının herhangi bir işareti yok.  İfade özgürlüğü üzerindeki baskılar artmakta, gazetecilerin tutuklanmasına devam edilmekte, AİHM kararlarının uygulanacağına ilişkin herhangi bir irade belirtisi görünmemekte, Kıbrıs konusunda ise masaya oturmak için mevcut durumun tanınması adı altında,  KKTC’nin ayrı bir devlet olarak kabulü şartı ifade edilmeye devam etmektedir.  Oysa değil AB, dünyadaki hiçbir ülkenin KKTC  ilanından nerede ise 40 yıl sonra onu meşru bir oluşum olarak görmediği bilinmektedir.  O kadar ki yeniden seçildikten sonra KKTC’ni ziyaret edip Azerbaycan’a geçerken, Ercan havaalanını tanımayan uluslararası havacılık kurallarına uyabilmek için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uçağı Adana havaalanına inip kalkmak mecburiyetinde kalmıştır.  Böyle bir ortamda AB’nin Türkiye ile ilişkileri canlandırmak için adım atmasını beklemek maalesef ham hayal olacaktır.

Ancak elmalarla armutları, hatta bu sütunlarda geçenlerde çıkan bir analizimde belirttiğim gibi onlara ilaveten portakal ile limonları da  birbirine karıştırma alışkanlığı AKP iktidarı için bir yenilik değildir.  2016 yılında zamanın Başbakanı Davutoğlu tarafından AB ile yapılan, Suriyeli mültecilerin Türkiye’de para karşılığı kalmasını sağlayacak pakete  kamuoyunu sakinleştirmek amacıyla vizelerin serbestleşmesi de eklenmişti.  Hatta vizelerin Temmuz 2016’da kalkacağı bile iddia edilmişti. Ancak bilindiği üzere vizelerin kalkması için gereken kriterlerin en önemlilerini siyasi irade eksikliği nedeniyle ülkemiz yerine getiremediği için aradan geçen yedi yıl içinde bu alanda herhangi bir ilerleme olmadığı gibi Schengen vizesi almaktaki güçlükler gittikçe artmaktadır.

Kaldı ki AB’nin beklediği demokratikleşme şartlarının yerine getirilmesi ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 20 yıl önce başlayan iktidarı boyunca yavaş yavaş topladığı ve ülkeyi tek adam rejimine dönüştüren yetkilerinden feragat etmesi ve ülkeyi yeniden çoğulcu bir yapıya kavuşturmasıyla mümkün olabilir. Böyle bir şeyi beklemek kanaatimce abesle iştigaldir.

F16 sorunsalında nasıl bir ilerleme olacağı da pek belli değildir.  Sırası gelmişken en son model ve başta Yunanistan olmak üzere bölge ülkelerinin bazılarının filolarına katılacak F35 projesinden dışlanıp da 40 yıllık geçmişi olan F16’lara tamah etme zorunda kalmamızın iktidarın tüm uyarılara rağmen Rus yapımı S400 füzeleri satın alma israrının neticesi olduğunu ve acil bir ihtiyaca cevap vereceği iddia edilen bu füzelerin aradan geçen 3 yılı aşkın süreye rağmen NATO baskılarından dolayı aktive edilemediğini hatırlatmakta yarar var.

Vilnius’e Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Biden arasında yapılan görüşmeden sonra ABD tarafı F16 sürecine hız verme iradesini dile getirdi.  Ancak bu alandaki olası ilerlemeler için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsveç’in NATO’ya katılmasını TBMM’ne onaylatması iradesini göstermesini beklemeleri şaşırtıcı olmaz.  Dolayısıyla onaylama geciktikçe F16 sürecinde de gecikmeler meydana gelmesi şaşırtıcı olmamalıdır.  İktidarın verdiği sözlerin geçmişte pek tutulmamış olması ve varılan mutabakatlardan sonra ilave koşullar öne sürme alışkanlığı güvenin sıfırlanmasına katkıda bulunmuştur şüphesiz.

Tabii bu gecikmenin gerekçesi olarak bir de TBMM’ni ikna etmenin güçlüğü de gündeme geldi ve bunun örneği olarak da 1 Mart 2003 tezkeresinin kabul edilmemesi de gösterilmektedir.  Gerçi ben bu gerekçeyi pek geçerli bulmuyorum.  O zamanlar TBMM’nin daha serbest bir iradeye sahip olduğu, bugün ise onay makamına dönüştürülmüş olması bence bu örneği geçersiz kılmaktadır.  Kaldı ki iki gün önce CHP adına İstanbul milletvekili ve Vaşington eski Büyükelçisi Namık Tan tarafından yapılan açıklamada, partisinin İsveç’in NATO’ya katılma protokolünü onaylayan kanunu desteklediğini açıklamış olması bir onay için çoğunluk sorunu olmadığını göstermektedir.

Neticede, bugün itibarıyla Vilnius kararı günü kurtarmak, Zirve sırasında Cumhurbaşkanına gelecek baskılarından kurtulmak için atılmış bir adım olarak gözükmektedir.  Umarım yanılıyorum ama temelde bir şey değişmedi gibi geliyor.  İktidar her attığı adımın karşılığını misliyle alma teşebbüsünde gibi gözüküyor. Ancak daha önce de görüldüğü üzere bu teşebbüsün de sonradan hüsrana uğrama ihtimali çok kuvvetlidir.     

Nitekim 2009 yılında zamanın Danimarka Başbakanı  Anders Fogh Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğine adaylığı ülkesinde yayınlanan  Peygamber karikatürlerine gerekli tepkiyi göstermemesi üzerine Türkiye tarafından veto edilmeye kalkılmış, ancak bu veto uzun süre devam ettirilememiş, ilgisiz bir şekilde  Genel Sekreter Yardımcılarından birinin Türk vatandaşı olması karşılığında bundan vazgeçilmiştir.  Arka arkaya iki vatandaşımız bu göreve atanmış, sonra da görev bir üçüncü ülkeye verilmiş, Rasmussen de Genel Sekreterliği beş yıl boyunca yürütmüştür.  Bu dönem NATO ile ilişkileri yürütenler için muhtemelen pek kolay geçmemiştir.  Bu tecrübeden ders alınacağını umardım ama şu an itibarıyla bunun olmadığını söylemek gerekir.       

- Advertisment -