Bakan

Memleketin sancıyan yerlerinin hangisinden girersek girelim mevzua, bütün yollar aynı Bakana çıkıyor. Bir açıdan bakınca hep diken üstünde. Tepesinde Damokles’in kılıcı sallanıyor, kellesi uçtu uçacak. Öte yandan bakıyoruz, onun kellesini alabilecek gibi görünen herkesin akıbeti onun elinde.

Görünen o ki, devletlûların hiç beklemediği bir yerden, muhtevası itibariyle hiç beklenmedik bir mektup geldi — İstiklal Caddesinde patlayan bombadan söz ediyorum. Sendeleten bir mesaj ama bütün hesapları altüst edecek türden bir şey değil gibi. Sanki “geçmeye çalıştığınız kapıyı aklınıza bile getirmeyin” denmiş ama o kadarla kalmamış, bir alternatif kapı da işaret edilmiş. Kapanan kapı neydi, açılan nasıl bir şey bir fikrim yok, devletlûların şaşkınlığından çıkarıyorum bütün bunları.

Olay, neresinden tutsan elinde kalacak kadar tuhaf. Bu tuhaflıklar hakkında çok yazıldı, çizildi, tekrarlamaya lüzum yok. Kaldı ki, öyle bir izlenim edindim ki, çok geçmeden olaya dair anlatılan hikâyenin birçok paragrafı yeniden yazılacak. Belki bu yazı yayınlanmadan bazıları değiştirilmiş bile olabilir.

Oğuz Aral’ın Avni’si, bir hafta, bir televizyon alıcısı tamircisinin yanında çıraktı. Ustası tamir ettiği cihazı Avni’ye vermiş ve -şimdi uyduruyorum- “bu cihazı Koca sokaktaki Sümbül Apartmanında oturan Mehmet beye vereceksin, elli lira alacaksın” demişti. Giderken de uyarmayı ihmal etmemişti, “elli lirayı unutma ha!”. Az sonra Avni neşe içinde dönmüş ve alaycı bir edayla, “Usta, Mehmet bey Sümbül Apartmanında oturmuyormuş” demişti. Usta şaşkın bakarken, bir sonraki karede devam etmişti, “üstelik Koca sokakta da değilmiş evi.” Bir sonraki karede, “adı Mehmet de değilmiş yaa” deyince usta ne olduğunu anlamış, Avni’yi kovalamaya başlamıştı. Son karede Avni önde, ustası elinde levyeyle arkada koşarlarken Avni elinde tuttuğu kâğıt parayı sallayarak “usta elli lirayı aldım” diyordu. Elli lirayı almışken ustanın neden kızdığını anlamamış bir surat ifadesiyle…

Bana öyle geliyor ki, bu hikâyede de benzer şeyler olacak. Devletlûlar, “o, o değilmiş, şu da böyle değilmiş” diye geveledikten sonra, “ama merak etmeyin elli lirayı aldık” diyecekler gibi geliyor bana. Yıllardır durmadan elli liraları alıyorlar, televizyon cihazları ortadan kayboluyor. Ekonomist Erdoğan’ın siyaset ekonomisi de böyle işte. Envanterdeki erimeleri -toplumun bütünüyle tarumar oluşunu- hesaba katmaz da tahsilât makbuzlarına, sandık sonuçlarına odaklanırsanız… Göz kamaştırıcı bir hikâye.

İstiklal Caddesinde vuku bulan hadisede çok tuhaflık var.

Tuhaflık kategorisine girmeyen şeyler de var. Mesela İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturan şahsın olay yerinde yaptığı açıklamalar tuhaflık ihtiva etmiyor. Kendisinden beklediğimiz, bekleyebileceğimiz türden laflardı. Meseleyi Kılıçdaroğlu’na bağlamamasına şaşırabiliriz olsa olsa. Yani tamam, ABD’nin taziye dileklerini kabul etmiyoruz da, kabul edilmeyecek taziye dilekleri dediğiniz şeyin bir kotası yok ki. “Ya şunu veya bunu” diye seçmek zorunda değiliz, her ikisine de yer vardı. ABD’ninkinin yanında Kılıçdaroğlu’nunkini de kabul etmeyivereydik. Yazık oldu, fırsat kaçtı.

Süleyman bey, hakkında en çok dedikodu üretilen insan. Sedat Peker’inkiler türünden ithamlardan söz etmiyorum. Koltuğunun sallantıda olduğu, istifa ettiği -pardon affını istediği- gibi dedikodulardan söz ediyorum. Affını istememişse isteyecek. İstemezse, istetilecek. Filan. Arkasında Bahçeli var, karşısında HDP var. Yok, parti kuracak, esasen Erdoğan sonrası AKP liderliği için rakipleriyle itişiyor, hayır Bahçeli’nin varisi olarak MHP’nin başına geçecek… İstanbul Emniyet Müdürlüğüne ona rağmen atama yapıldı, istemediği bir ismi atamak zorunda bırakıldı. Zaten ikisinin arasında bir rekabet de var. Lafın bini bir para.

Cevval ve renkli bir politikacımız kendisi. Ta DYP Genel Başkanlığı döneminde tanışmıştım, geleceğinin parlak olduğuna o vakitler hükmetmiştim. Şimdi de kendisine vade biçenlerle, eğer kıstırılıp içeri atılmazsa sahnede kalıcı olacağı hususunda bahse girip duruyorum.

Ürkmeyin hemen, bu tür bahislerde çok şey kazanmışlığım da yoktur yani. Bu defa da fena halde yanılmış olabileceğimi düşünmeme sebep olan bir faktör de var ilaveten. Beyefendinin üslubu, bu sahnede kısa vadede çok “takipçi” edinmeye elverişli ama o takipçilerin sadakatini sağlamaya ve sayılarını artırmaya mani. “Canım ne var, Erdoğan’ın üslubundan sadece bir tık daha şirretçe” denebilir. Ama Erdoğan o üslubu son zamanlarda edindi. O üslubu edindiğinden beri de dikiş tutmuyor zaten, ayakta durabilmek için arkasına emniyeti, yargıyı, çok sayıda papağanı alması da yetmiyor, Putin’i, muhayyel Suudi dolarlarını filan da istiflemek gerekiyor. Hâlbuki uzun yıllar boyunca payandasız da ayakta durabilmişti.

“E, Bahçeli daha biçimsiz bir üslupla ayakta durabiliyor” derseniz, diyecek bir şeyim yok. Çünkü onun ayakta duruyor olduğu kanaatine katılmam mümkün değil.

Neyse…

Bakan beyin üslubu ve akıbeti kendisini alakadar eder. Meselenin bizi alakadar eden tarafına gelelim. İstiklal Caddesinde böyle bir hadisenin tam da zatıâlileri Suriye’de iken meydana gelmesi, Erdoğan’ın ısrarla İstanbul Valisine referans vermesi, zaten isminin etrafında çok yoğun bir dedikodu bulutu dolaşıyorken, elbette manidar bulunacaktı, bulundu. Ve birden meydanı troller bastı. Bana kalırsa benzerine daha önce şahit olmadığımız kadar yoğun bir bombardımandı. Birkaç farklı noktadan sistematik bir saldırıya maruz kaldık.

Bence öğreticiydi. Bir defa sivil hedefler son derece kararlılıkla direndiler, trollerin servis ettiği mesajların vurdukları yerde kalmaları bir yana, son derece aklı başında ve yaygın itirazlarla karşılandılar. Trol bombardımanının üzerimize boca ettiği mermi türlerinden biri, mealen, “hükümeti -siz onu Süleyman Bakanı diye okuyun- mesul tutamazsınız” fabrikasında imal edilmişti. Caddedeki banklar dâhil her şey, herkes, saldırının mesuliyetinden hissesini aldı. Bir Bakan, bir onu o makama atayan “şahsı” ve bir de şahsının kankası mesuliyetten azade. Trol yaygarasının bir başka teması, “PKK’nın hakkından gelmiş olan Bakanımızı yedirmeyiz” başlığı altında toplanabilir.

Ve elbette antiemperyalizm. Amerikan emperyalizmine karşı dimdik duran, böyle yapmakla -ve elbette TOGG’u da imal ederek- dünyadaki Amerikan oyunlarını bir başına bozan yeni Türkiye’nin büyüklüğü hikâyesi…

Sağdan sayıyoruz, soldan sayıyoruz, bakiyesi bir Bakan. Memleketin sancıyan yerlerinin hangisinden girersek girelim mevzua, bütün yollar aynı Bakana çıkıyor. Bir açıdan bakınca hep diken üstünde. Tepesinde Damokles’in kılıcı sallanıyor, kellesi uçtu uçacak. Öte yandan bakıyoruz, onun kellesini alabilecek gibi görünen herkesin akıbeti onun elinde. Bir taraftan bakınca Türkiye’nin denklemi çok karmaşık görünüyor, kimin kiminle itiştiğinin haritasını çıkarmak bile müşkül. Öte yandan bakınca denklem son derece sade, Süleyman kimse mühür onda.

- Advertisment -