“Filmlere, kitaplara, sergilere, video oyunlarına ihtiyacımız var; bu zihniyet(ler) savaşında vatansever internete, radyo ve televizyona ihtiyacımız var!”
Putin’in sekiz yıl kültür bakanlığını yapan Medinsky, yukarıdaki ifadelerin yer aldığı Rus Askeri Tarih Topluluğu tarafından 2014 yılında yayınlanan bildiriye imza atanlardan birisi (Economist, 2017/08/19). Aynı zamanda Rusya’nın popüler tarih yazarlarından olan Medinsky, çok kültürlülüğün Rusya’nın geleneksel değerlerine zarar verdiği düşüncesinde. Ona göre siyasi bağımsızlık özgün bir kültür politikası takip edilerek korunabilir. Kremlin’in ideologlarından Surkov da aynı kanaatte, Rusya’nın yeni bir uygarlık türü meydana getirmesi gerektiğine inanıyor.
Kremlin otokrasisinin düşünsel kaynaklarından Ivan Iljin’in bir kültür diktatörlüğü hayal ettiğini geçen yazıda belirtmiştim. İsviçreli araştırmacı Ulrich Schmied, çağdaş Rus kültürü üzerine yazdığı kitapta (2015), Iljin’in Sovyetler döneminde tamamen unutulduğunu ve 90’lara kadar basılmadığını belirtiyor. Putin devrinin yeni muhafazakârlığı ile resmi ideolojinin kaynaklarından birisi haline gelmiş. Günümüzde Rus entelektüel tarihinin kanonik bir yazarı olarak muteber bir statüye sahip.
Iljin doktorasını Hegel’de tanrı ve insanın doğası üzerine kaleme almış; konu aslında onun zihin dünyasına işaret ediyor: Batı bilim felsefesini spekülatif teoloji ile birleştirmek. Iljin’in öğretisi de dini düşünceden hareketle bir kültür inşasını esas almakta. Daha ziyade bireyin topluma aidiyetinin manevi anlamına odaklanıyor ve bu doğrultuda vatanseverliği tarih ve kültür üzerinde temellendiriyor.
Iljin’e göre devlete mensup olmak, manevi bir aidiyet ile tarihe ve kültüre mensup olmak anlamına gelmekte. Zahiri bağıntılardan aşkın manevi bir bağ ile vatandaş ile devlet arasında güven tesis edilebilir. İçsel anlamlar göz ardı edildiğinde güven ortadan kalkar; siyasi farklılıklar çatışmalara dönüşür (bu, Platon’un eleştirisini hatırlatıyor). Dolayısıyla çoğulcu kültür, bir toplumda içkin gerçek anlamı göreceleştirdiğinden, “ebedi barışa” değil düzensizliğe yol açar.
Özgün Rus kültür ve sanatını, bireyin topluma aidiyetindeki içsel barış meydana getirebilir. Rus sanatı barışı esas alır, çünkü yekpare bir ruhtan neşet eder. Modern sanatta gözlemlenen çeşitlilik ise, aslında Batı insanının iç çatışmalarının yansımasıdır. Çünkü modernlik hakikatsizliktir. Kültür, millette içkin hakikatin tarih sahnesinde yansımaları olarak gerçekleşmelidir. Dolayısıyla Rusya’nın kültür serüveni bir hakikat mücadelesi olarak tasvir edilebilir. Putin de aynen böyle ifade etmiş, hem de Kırım’ın ilhakı sürecinde (Eltchaninoff).
Kültürün özünde manevi bir esas olduğundan, kültüre aidiyet -yani millete mensubiyet- etnik sınırlılıkların ötesinde anlam taşır. “Rus” tanımı etnik ölçülere veya dışsal niteliklere indirgenemez. Bu kültürel tanımın kuşatıcılığında emperyal doktrinin köklerini arayabiliriz: “Russkiy mir” yani “Rus Dünyası” özgün bir uygarlığın dışta gerçekleşmesidir. Bu doğrultuda imparatorluk kültürel kimlikler bahşeder, ona mensubiyet kültürel entegrasyonla gerçekleşir. 2015 tarihli Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi’nde Rusya’ya bağlılık “manevi ve ahlaki değer” olarak tanımlanıyor. Kremlin’in emperyal projesi Rus milletinin “kültürel çekirdeğinden” doğuşunun gerçekleşmesine hizmet ediyor.
Bu bağlamda şu soruya da cevap aramalı: başka hiçbir toplum Rus aydını kadar Batıyla hemhal olmadığı halde, neden Rus kültürü batı uygarlığı içerisinde değerlendirilmiyor? Tarihi ilişkiler bir tarafa, sırf Rus edebiyatı dahi Batı ile etkileşimi ispat için kâfidir. Cevabı yalnız emperyal ihtirasta aramak büyük haksızlık olacaktır. Çünkü şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Rus tarih ve toplumu Batı tarafından (bir parçası olarak) ne kadar kabullenilebilmiştir? Batı ve Rusya ayrımı, medyadan topluma yeni bir yaklaşım değil ve kesinlikle yalnız siyasi değil. Batı kültürcülüğünün ayrıştırıcı bir sonucu olarak bağımsız bir Rus kültür dünyasının inşası söz konusu. Schmied de bu meseleyi tartışıyor. 90’larda Gorbaçov’un ortak bir Avrupa’yı dillendirdiğini (en azından bir Avrupa-Rusya siyasi ittifakı), fakat Batıda soğuk karşılandığını belirtiyor. Batı karşıtlığının Batılı nedenleri ayrıca tartışılmaya muhtaç bir konu.
“Rus dünyası” kültür birliği üzerine kurulduğundan, Kremlin’in bir kültür politikası takip etmesi de gayet doğal. Politika genellikle alternatiflerden birinin tercihi demektir; yani diğerlerinin dışlanması. Bir toplumun karakterini oluşturduğundan kültürü değiştirecek, hattâ ortadan kaldıracak girişimlere elbette izin verilmemeli. Örneğin müstehcen dili nedeniyle Svyagintsev’in Leviathan filmi, dini duyguları zedelediğinden dolayı Wagner’in Tannhäuser’ının sahnelenmesi kısıtlanmış. Son Çarın aşkını anlatan Matilda Duma’da tartışmalara yol açmış; kutsal tarihe destursuz girilmemeliydi! Elbette makbul sanatçılar da var: Gergiev mesela, Rus istilası sonrası Palmira’da konser vermişti. (Putin’e yakınlığından şimdi cezalandırılıyor. Bu ne kadar doğru bir tedbir? Bu tür yasaklar Kremlin’i haklı çıkarır nitelikte — yani aslında Putin’in değil, Rus milletinin cezalandırıldığı iddiasını.)
Kremlin’in özgün Rus kültürü yaratma gayretini politik menfaat ekseninde değerlendirmek, kolaya kaçmaktan ve meseleyi basite indirgemekten başka bir şey değil. Genel olarak Batı dışı toplumlar alternatif bir uygarlık üretmeye gayret ediyorlar. Daha doğrusu, belirli bir seviyede uygarlık geçmişine sahip olup Batı etkisiyle dönüşen tüm toplumlar alternatif arayışında. Tarihi değeri koruma merkezli bir öz-kültür girişimi. Çünkü Batının dönüştürücü etkisinin aslında yokedici olduğu düşünülüyor (bunun nedenlerini kültürel aktarımın sömürgecilikle ilişkili tarihinde aramak gerekli). Neticede alternatif girişimler yalnız Rusya’ya has değil ve doğal olarak Batı karşıtlığını da içeriyor. Çarlık devrinden Sovyetler çağına, hemen hemen okuduğumuz her Rus aydınında bir Batı eleştirisi (hatta genellemesi) ile karşılaşmak mümkün.
Putin döneminde, doğrudan politik bir program olarak, alternatif emperyal gücün temellendiği özgün bir toplumsal kültür varedilmeye çalışılmakta. Bu süreci kültür eleştirileri bağlamında nasıl değerlendirebiliriz? Emperyalliğin meşruiyeti için yukarıdan aşağıya doğru bir kültürleşme, politikleşerek endüstrileşmeden kendini koruyamaz. Kültürel ürünler mevcut gerçekliği değil politikanın muhayyel tasavvurunu sunarlar. Aslında toplum kendine yabancılaşmaktadır; yani gerçekte ne tür bir kültüre ihtiyacı olduğunu kendi tayin edemez. Belirli algılar kültür sayesinde genelgeçer hükümlere dönüşür, sabit ve kalıcı ilkeler haline gelir. Algının iktidar tarafından belirli bir perspektifle sınırlanması, toplumsal hayatı doğallaştırmaz, bilakis yapay hale getirir. Kültürel ürünler tektipleştikçe, tüketiciler de metalaşır. Bireyler kendi tercihleriyle eserlerini meydana getirmezler; kamusal beklentilere cevap verirler. Perspektif birliğinden sanat çeşitlenemez, çünkü toplum çeşitlenemez. Normatif ve suni bir kültürleşme tektipleştirir ve farklılıklar düzeni tehdit eden unsurlar olarak algılanır. Böylece savaş da meşru bir anlam kazanır. Kültür endüstrisi bir savaş makinasına dönüşür.