spot_img
Ana SayfaYazarlar“ 2007’de yaşananlar….”

“ 2007’de yaşananlar….”

 

Geçen hafta 26.Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un önce Hürriyet gazetesinde iki gün üst üste; sonra da Sözcü gazetesinde çıkan röportajlarını okuduk. Aynı hafta, İlker Paşa’nın yeni kitabı “Ergenekon’dan Çıkış” da raflardaki yerine aldı.  

 

Ergenekon soruşturmaları kapsamında, “terör örgütü üyesi olmak” suçundan 26 ay hapis yatmış bir Genelkurmay Başkanı olarak İlker Başbuğ’un ‘sui jeneris’ (nevi şahsına münhasır) bir durumu var. Ergenekon-Balyoz süreçlerinde, başka  hiçbir Genelkurmay Başkanı, bırakın 26 ay hapis yatmayı, gözaltına bile alınmadı. Başbuğ, bir ‘terör örgütü üyesi’ değildi elbette; zaten, onu cezaevine gönderenler de “hukuk insanı” değil; hâkim-savcı cübbesi giyinmiş Gülen örgütü militanlarıydı. (Başbuğ’un orgeneralliği ve Genelkurmay Başkanlığı süresince her zaman hukukun sınırları içinde hareket ettiği iddiasında değiliz. Gülen örgütünün kripto militanları soruşturmaları murdar ettikleri için neyin ne olduğunu, kimin ne yaptığını veya yapmadığını tam olarak bilemiyoruz.)

 

İlker Başbuğ’un gerek bu röportajlarda söyledikleri, gerekse “Ergekon’dan Çıkış” kitabında yazdıkları, o süreçte yaşananların sebep-sonuç ilişkilerine dair hâlâ dört başı mâmur bir farkındalık ve bilinç olmadığını gösteriyor. Dahası bazı temel konularda bile, eski tâbirle, ‘ednâ bilgiden mahrum’ olduğumuzu ortaya koyuyor.

 

‘2007’de yaşananlar…’

 

İlker Başbuğ’un kitabında şöyle bir cümle var: “2007 yılında yaşananlar, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni Gülen’e daha çok yaklaştırdı.” (s. 30) Bu cümleyi okuyanlar, devamında o yıl neler yaşandığını, AKP’nin hangi sebeplerle ‘Gülen’e daha çok yaklaştığını’ yazacağını bekliyor tabii. Fakat, bu anlamda cümlenin devam gelmiyor.

 

“2007 yılında yaşananlar’ diye başlıyor ve ‘Adalet ve Kalkınma Partisi’ni Gülen’e daha çok yaklaştırdı.’ diyerek bitiriyor.

 

O yıl, seçilmiş hükümete e-muhtıra verildiğinden, Cumhurbaşkanlığı seçiminin Yüksek Yargı’nın devreye sokulması suretiyle bir takım ayak oyunlarıyla kilitlendiğinden, bir süre sonra da, daha birkaç ay önce yüzde 47 oy almış partiyi Anayasa Mahkemesi marifetiyle kapattırmak üzere hamleler yapıldığından kitapta bahis yok. Başbuğ, 15 Şubat günü Sözcü gazetesine verdiği röportajda, ‘TSK dahil bütün kurumların hatası var.’ diyor; ama bu ne hataların ne olduğu, ne suretle, kimler tarafından yapıldığı orada da yok.

 

Oysa, Erdoğan’ı “Ne istediler de vermedik” çizgisine getiren asıl şey, işte bu, ‘2007’de yaşananlar’dı.

 

2007 esasen ‘Cemaat aklı’nın kurmay aklı’nı mağlup ettiği yıldır.

 

Öyle ki, Gülen örgütünün adamları, üst üste provokasyonlar yaparak hükümeti kendi avuçlarının içine almaya çalışırken, askerler de Cumhuriyet mitingleriyle, 27 Nisan bildirileriyle, 367 hamleleriyle farkında olmadan iktidar partisini bu yapının kucağına iten, bu suretle Cemaat’in ekmeğine yağ süren işler yapıyordu. Şöyle diyelim: Eğer 2007’de askerlerin hükümetten kurtulmaya/ onu devirmeye yönelik kendi hamleleri olmasaydı, ‘Gülen Cemaati’nin kendi provokasyonları Erdoğan’ı onlara ‘her istediklerini verecek’ bir noktaya getirmeye yetmezdi.

 

İlker Başbuğ’dan tutun, 15 Temmuz vak’asından sonra ekranlarda gördüğümüz emekli generallere kadar hiçbir askerin itiraf edemediği gerçek budur. Yaşar Büyükanıt gibi derin sessizliğe gömülenler de buna dahil.

 

‘Kırılma ânı’ 1992 mi?

 

İlker Başbuğ, hem gazetelerin kendisiyle yaptığı röportajlarda hem de kendi kitabında bu süreçteki ‘kırılma ânı’ olarak 1992 yılını gösteriyor. 1992, Millî İstihbarat Teşkilâtı’nın başına ilk kez bir sivilin (Sönmez Köksal) atandığı yıldır.

 

O yılın neden kırılma ânı olduğunu,  “1992’den sonra MİT’ten bilgi akışı kesildi.” sözleriyle izah ediyor. İlker Başbuğ’un daha önce de değişik vesilelerle söylediği şu: ‘Biz Millî İstihbarat Teşkilâtı’nın (MİT) başında ille de bir asker olsun demiyoruz. Ama en azından bir Müsteşar Yardımcısı asker olsun, böylece kurumlar arasındaki istihbarat akışı kesilmemiş olur. Bunu talep ettik, ama hükümet kabul etmedi.

 

MİT’in tepe noktalarında (Müsteşar veya Müsteşar Yardımcısı olarak) bir askerin bulunup bulunmamasıyla,  ‘kurumlar arasındaki istihbarat akışı’ arasında nasıl bir irtibat olduğunu kamuoyuna izah edebilmiş değil. Bize göre, bu ifadelerin sivil bürokratlara duyulan güvensizlik dışında bir izahı da yok zaten.

 

Peki, ‘istibarat akışı’ gerçekten de kesilmiş olamaz mı?

Doğrusu hiç zannetmiyoruz.  (Bizim kanaatimiz olmayan şeyin kesilemeyeceği şeklinde.)

 

1992’de, DYP-SHP (Süleyman Demirel-Erdal İnönü) koalisyon hükümeti iş başındaydı. Turgut Özal’ın ölümü ve Demirel’in Cumhurbaşkanı olmasından AK Parti’nin 2002’de iktidara gelişine kadar; Tansu Çiller’in, Necmettin Erbakan’ın, Mesut Yılmaz’ın  ve Bülent Ecevit’in ‘Başbakan’ olduğu kısa ömürlü koalisyon hükümetleri görev yaptı. Bu isimlerden Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz hayattadır; eğer gerçekten böyle bir durum varsa, bunun sebebini izah ederler, kamu oyu da öğrenir.

 

1992’den beş yıl geriye bakış

 

Ama biz şunu soralım: Acaba 1992 öncesinde yani Millî İstihbarat Teşkilâtı’nı ‘Müsteşar’ pozisyonunda bir general yönetirken, ‘istihbarat akışı’nda durum neydi?

 

2017 yılı Mart ayında Cumhuriyet Savcısı Can Tuncay’ın hazırladığı iddianame bu konuda fikir veriyor.

 

Bu beş yıllık dönemde, Korgeneral Hayri Ündül ( Eylül 1986-Ağustos 1988 arası) ve Korgeneral Teoman Koman (Ağustos 1988-Ağustos 1992 arası) ‘müsteşar’ sıfatıyla MİT’in başındaydı.

 

Şimdi bakalım.

Sizce, 1987 yılında Korgeneral Ündül görevdeyken MİT’ten gelen bilgilerle ‘Fethullah Gülen cemaati mensubu’  kaç subay Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) ihraç edilmiştir?  

 

50 mi, 100 mü, 200 mü?

 

El cevap: Sadece 7 subay!

 

1988’den yani Korgeneral Teoman Koman’ın döneminden bir örnek verelim. O yıl, sizce ‘Gülen örgütüyle iltisakları’ sebebiyle TSK ile ilişiği kesilen subay sayısı nedir?

 

Cevap veriyorum: Sıfır. (Rakamla 0)

 

Yine 2017’deki iddianamenin verileriyle, bu beş yılda aynı sebeple ilişiği kesilen subayların sayısına topluca bakalım:

 

1987: 7 subay 

1988: Sıfır

1989:  Sıfır

1990: 47 Subay
1991: 19 Subay
1992: 13 Subay

 

Astsubayları da dahil ederek, ‘Gülen örgütüyle iltisakları sebebiyle’ TSK’dan ihraç edilenlerin tablosu da şöyle:

 

1987:              7 subay 17 astsubay 

1988:              7 astsubay 

1989:              40 astsubay

1990:              47 Subay, 143 Astsubay
1991:              19 Subay, 78 Astsubay 
1992:              13 Subay, 48 Astsubay 

(Okurlar, bu konuda daha ayrıntılı bilgileri Nedim Şener’in “Kahraman Hainler” kitabında da bulabilir.)

 

Bu verilerin, ‘1992 kırılma yılıdır’ sözünü haklı çıkartacak bir tarafı var mı? Tersten soralım: Bu tablo bize, “Evet, 1992’den önce Millî İstihbarat Teşkilâtı’ndan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yoğun bir bilgi akışı varmış” dedirtiyor mu?

 

1992’yi ‘kırılma ânı’ diye görmek, devletin gözleri önünde 40 yıldır örgütlenip büyüyen bu yapıyla ilgili olarak eskilerin tâbiriyle ‘ednâ bilgiden mahrum’ olmak demektir.

 

Eğer 1980’ler ve 90’larda bir ‘kırılma ânı’aranacaksa, orası, örgütün askeri liselere ve polis kolejlerine sızmaya başlamasıdır.

 

2000’lerdeki kırılma noktası ise, Tayyip Erdoğan’ın, karşı karşıya kaldığı darbe tehditleri karşısında o gün adı “Cemaat” bugün “FETÖ” olan bu örgüte istediklerini vermeye başlamasıdır.

 

Keşke Tayyip Erdoğan da bir hâtırat yazsa da onun gözündeki ‘kırılma ânı’nı öğrenebilsek.

 

1992’de generalleri olsaydı…

 

Bu örgütün,  ‘devletin kılcal damarlarındaki’ akışının kronolojisine baktığımızda, ‘kırılma ânı’ Başbuğ’un kırılma anı dediği 1992’de henüz bir ‘general’ çıkartamadıklarını görüyoruz.

 

Şimdi soralım: İlker Başbuğ zannediyor mu ki; 1992’den sonraki yıllarda MİT’in başında veya tepe noktalarında bir ‘general’ bulunsaydı, Gülen örgütü öyle kritik bir pozisyonu ‘boş’ bırakacaktı? Hangi hayati pozisyonları ele geçirdiklerini görmedik mi; orayı ‘ihmal’ etmeleri mümkün müydü? 15 Temmuz darbesinden sonra TSK ile ilişiği kesilen, çoğu darbeye fiilen katılmış 140 generalden biri de Millî İstihbarat’ın başındaki, o general olmayacak mıydı? (Örgütün, 2010 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na yapılacak atamayı etkileyebilecek bir konuma geldiğini Başbuğ’un kendisi kitabında anlatıyor.)

 

Bu açılardan bakınca, İlker Başbuğ’un ifade ettiği görüşler insanda 15 Temmuz’da yaşananlara rağmen bu ‘Cemaat’ veya ‘FETÖ’ denilen heyülânın tam anlamıyla kavranamadığını, teşhiste hâlâ hatalar yapıldığını gösteriyor.

 

Biz bunu sadece İlker Paşa’nın sözlerinde mi görüyoruz?

Hayır, belki daha vahimini hükümetin icraatlarında görüyoruz.

 

 

 

 

- Advertisment -