Ana SayfaYazarlarAKM’den Gezi Parkı’na yol var mı?

AKM’den Gezi Parkı’na yol var mı?

 

Türkiye 2013’ün Mayıs sonu ile Haziran ve Temmuz aylarında tarihî bir vaka yaşadı. Kiminin Gezi Direnişi, kiminin Gezi İsyanları adını verdiği olaylarda bazı birey ve gruplar aktif rol aldı. Meydanlara çıktı, gösteriler yaptı, polisle çatıştı.  Sıcak olaylara bizzat katılmamakla beraber manevî, hattâ maddî anlamda isyancılara destek verenler oldu. Bunlar arasında yazarlar, akademisyenler, iş adamları ve partiler de vardı. Hem olaylar esnasında hem de ortalığın yatışmasından sonra, kimin doğru kimin yanlış yerde durduğu yoğun biçimde tartışıldı.  Şimdi Gezi’de alınan hangi pozisyonun daha doğru olduğunu anlamak için elimize bir fırsat geçmiş bulunuyor.

 

İstanbul Taksim’de yaklaşık yarım asır önce inşa edilen ve hem kötü ve kullanışsız olduğu, hem de ömrünü tamamladığı iddia edilen Atatürk Kültür Merkezi, yıllar süren tartışma ve çekişmelerden sonra yeni bir projeye konu yapıldı. Mevcut bina yıkılacak ve yerine aynı amaçlara hizmet edecek yeni bir bina inşa edilecek. Projenin özellikleri, yani binanın nitelikleri, kullanışlı ve gösterişli olup olmadığı şu anda beni fazla ilgilendirmiyor. Ele almak istediğim konu, eski binanın yıkılıp yerine yenisinin inşa edilmesi kararının bizzat kendisinin doğru, haklı ve meşru olup olmadığı.

 

Gezi olaylarının bazı boyutlarını hatırlatayım. Hükümet ve belediye — elbette Tayyip Erdoğan’ın talebi, talimatı veya yönlendirmesiyle — Gezi Parkı’nda bundan 60-70 yıl öncesine kadar var olan Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etmek istedi. Çeşitli kuruluşlar ve toplum kesimleri ağaçları ve yeşili koruma, alanın park olarak kalmasını sağlama, tarihe sahip çıkma gibi gerekçelerle bu karara karşı çıktı. Park bir grup tarafından işgal edildi. Polisin parkı zorla boşaltması esnasında kullandığı aşırı şiddet, işgalcilerden daha geniş bir toplu kesiminin dâhil olduğu bir karşı-şiddeti teşvik etti. Ancak, sadece bir cevap olması ve bir iki gün içinde dinmesi gereken (beklenen) bu karşı-şiddet, sistematik biçimde canlı tutuldu ve ülkenin her tarafına yayıldı. Şiddeti metot olarak benimseyen grupların özel katkılarıyla, olaylar yaklaşık bir buçuk ay sürdü. Hükümetin — bizzat Erdoğan’ın — olayların başını çeken gruplarla anlaşmasına rağmen park boşaltılmadı. Olayların başını çeken, meşruluğu kendinenden menkul Taksim Dayanışması grubu, devletin meşru şiddet tekeli anlamına geldiği ve bunu da yapacak kendi şiddet aygıtı olduğu gerçeğini unutup, bir de üstüne, tüm dünya için mücadele ettiği havalarına girerek anlaşmaya uymayınca, devletin güvenlik güçleri yıkılmaz bir kale olduğu hayal edilmeye başlayan Gezi Parkı’nı yarım saat içinde işgalcilerden temizledi. Sonrasında yargı kararları devreye girdi ve Topçu Kışlası projesi ya sonlandı, ya da en azından beklemeye alındı.

 

Bütün bu olaylar esnasında ben çok sayıda yazı kaleme aldım ve televizyon programlarına da katıldım. Devamlı olarak, o alanda ne yapılacağının ikinci derecede önemli olduğunu; herkesi tatmin edecek bir yol bulunamayacağını; dikkat edilmesi gereken şeyin meşru otoritenin karar vermesi ve bu karara uyulması olduğunu belirttim. Kararı beğenmeyenlerin ilerde yine aynı yöntemle yeni bir karar alıp eski duruma dönebileceğini, yani parkı ihya edebileceğini belirttim. Ortalık toz dumandı ve dediklerim yeterince işitilmedi. Ancak, bana göre, haklı olduğum kesindi. Niye haklı olduğumu AKM tartışmaları üzerinden hayalî bir senaryoyla tekrar anlatmaya çalışayım.

 

AKM bana sevimsiz görünen, içi de de pek kullanışlı olmayan bir bina. Ama bazı toplum kesimleri için özel — âdetâ kutsal — bir anlam taşıyor. Gezi olayları sırasında zaten AKM de geniş anlamda olayın içindeydi. Şimdiyse, Topçu Kışlası’nın tarihî eser olarak ihya edilmesini istemeyen, buna şiddetle karşı çıkan ve yeşil yeşil diye bağıranlar,  AKM’nin tarihî eser olarak korunmasını talep ediyor.

 

Bir senaryo yazalım. AKM yıkılsa. Yeri ağaçlarla, banklarla, küçük havuzlarla, çocuklar için oyun yeriyle bir park olarak düzenlense. Alan 60-70 yıl park olarak kullanılsa. Sonra dönemin mahallî ve genel kamu otoritesi (CHP’li bir Beyoğlu veya İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı ve/ya Ankara’daki bir CHP iktidarı diyelim), tarihe saygı ve cumhuriyet eserlerine sahip çıkma gibi gerekçelerle bu alandaki parkı kaldırıp AKM binasını orijinal biçimiyle yeniden kondurmaya karar verse. Parkı hep park olarak görüp kullanmış olan ve başka sebeplerle de kamu otoritesinden rahatsızlık duyan kişi ve gruplar buna karşı çıksa. Parkın park olarak kalmasını talep etse ve inşaat kararını dayatma olarak adlandırsa. İnşaatı önlemek için parkı işgal etse. Müdahale eden polisle çatışmalara girse. Bununla da kalınmasa;  hiç ilgisi olmayan şehirlerde de bu park adına işgaller yapılsa ve şiddet kullanılsa. Bu durumda nasıl bir tavır almak gerekir(di)?

 

Şahsen ben Gezi’deki pozisyonum neyse aynısını benimserdim. Şunları söylerdim: Alanda neyin yapılmasının doğru olacağını tartışmak anlamsız. Doğru üzerinde anlaşamayız. Onun yerine, alan hakkında meşru karar verme hakkı ve yetkisine kimin sahip olduğuna bakmak gerekir. Elbette bu, seçilmiş kamu otoritesidir. İhtilâf çok yoğunsa bölge halkının oy kullanacağı bir referanduma da gidilebilir. Ama parkı korumak ve AKM’nin yeniden inşa edilmesini engellemek için kalıcı bir işgal hareketine girişmek, şiddet kullanmak ve maksatlı olarak polisle çatışmak yanlıştır. İlerde göreve gelecek farklı bir kamu otoritesi, yukarıda izah ettiğim şekilde, AKM binasını yıkıp parkı ihya edebilir. Bu da aynı derecede meşru olur.

 

Ne dersiniz, bu durumda haksız mı olurdum? Herhalde olmazdım. İşte bu yüzden Gezi’de de haklı olduğumu ve doğru yerde durduğumu düşünüyorum.

 

 

 

- Advertisment -