Ana SayfaYazarlarAli: Ötekilerin çığlığı

Ali: Ötekilerin çığlığı

 

Biz yetişmedik ona. Bizden önceki kuşağın/kuşakların kahramanıydı ilk olarak. Akabinde herkesin ortak kahramanı oldu.

 

Ona dair öyküleri büyüklerimizden, abilerimizden çok dinledik. Televizyon, çok küçük bir azınlığın sahip olduğu bir zenginlikti o zaman. Evinde sihirli kutu olmayanlar için iki yol vardı: Ya bir eşin-dostun evine misafir olunacak, ya da mahallenin kamusal alanı olan kahvehanelerde toplanılacaktı. Nefesler tutulacak, Muhammed Ali’nin attığı yumruklarla coşulacak, yüzünde patlayan yumruklar ise ahalinin yüreğini kanatacaktı.

 

Kendi evinde maçı seyretme ayrıcalığına sahip olanlar için ise, maçın seyri neredeyse dini bir ritüele dönüşüyordu. Geçen gün bir dostum anlatıyordu, Ali’nin Foreman ile yaptığı maç gecesi evlerinde yaşananları:

 

Babam, bütün kardeşleri uyandırdı. Önce abdest aldık ve namaz kıldık. Sonra dualarla oturduk televizyonun başına. Adeta nefes almadan izledik Ali’yi. Maçı izlemiyor, maçı yaşıyorduk adeta. Ringdeki Ali değil, bizdik. Ali saldırınca gayri ihtiyari öne doğru ilerliyor, peş peşe yumrukları aldığında ise –sanki yumrukları yiyen bizmişiz gibi- geriye çekiliyorduk. Maç bittiğinde hepimiz zafer kazanmış bir savaşçı gibiydik.”

 

Peki neydi Ali’yi böylesine bir fenomen haline getiren? Boks gibi bu toprakların pek haşır neşir olmadığı bir spor dalında kitleleri soluğunu tutarak ekran başına oturtan sihir neydi? Bu “siyahi” adamın toplumun kahir ekseriyetinin teveccühünü ve takdirini celp etmesindeki büyük sır neydi? Sanırım cevabı, Ali’nin iki yönlü kimliğinde aramak lazım.

 

Dışlanmışların sesi

 

Ali’nin kimliğinin bir yönü, sistem içinde öteki kılınanlara hitap ediyordu.  Kendisine ve kendisi gibi -çeşitli nedenlerden ötürü (ırk, din, sosyal statü, vb.)- dışlanmış olanlara merhamet etmeyen, onlara kaba ve acımasız davranan bir müesses nizama karşı çıkan bir çığlık gibiydi Ali. Yardımcısı Bundini’nin bir maçtan önce onu motive etmek sarf ettiği sözler, hem Ali’nin kendisine biçtiği, hem de ona bel bağlayanların Ali’ye layık gördüğü bir kimliği yansıtıyordu.

 

Ali; kimsesizler yurdundaki çocuklar, kiralarını ödeyemeyen işsizler, köprü altında uyuyan ayyaşlar, kanserden ölen hastalar için ringdeydi.

 

Ali; kefaletleri ödenmeyen sefil mahkûmlar, herkesin terk ettiği eroinmanlar, kocaları olmayan gencecik hamile kızlar için sahadaydı. 

 

Ali; düşkünler yurdundaki zavallılar, emeklilik maaşı alamayan yaşlılar, sokak köşelerindeki yalnızlar için sallıyordu yumruğunu.

 

Ali; pis bir sokakta müşteri bekleyen yaşlı ve yorgun fahişeler, otellerde yatakları yapıp odayı temizleyen küçük odacı kızlar, orada-burada yerleri süpüren küçük insanlar için savaşıyordu.

 

Ali’yi kurtaranlar onlardı. Ali’ye sahip çıkanlar da onlardı. Senatörler, valiler ya da başkanlar değil.

 

Müesses nizam tepeden bakardı, kendisinden olmayanları hor görürdü, kibirliydi. Ali, içinden geldiği sokaklar adına onlarla dövüşüyordu. Kendisine uygun gördüğü vazife buydu. Ve bu vazifeyi bihakkın yerine getirmek için de, kibirli sisteme son derece kibirli bir edayla karşı koyuyordu. Boyun eğmez bir duruşu vardı, bu sayede ezilmiş ve dışlanmışlar nezdinde gittikçe daha büyük bir efsaneye dönüşüyordu.

 

“Siyahlar ve köpekler giremez”

 

Ali’nin kimliğinin diğer yönü ise Müslümanlığıydı. Cassius Marcellus Clay’in Müslümanlığı tercih etmesinde maruz kaldığı ayrımcılığın payı büyüktü. Öyle bir ayrımcılık ki bu, bir siyah olimpiyat şampiyonu da olsa, beyazlarla aynı lokantada oturamıyordu. “Siyahlar ve köpekler giremez” tabelasının yaygın olduğu ve yadırganmadığı bir dünyaydı bu. Böyle bir dünyada, eşitlik talebiyle Amerika’yı sarsan Malcom X ile tanışması Cassius için bir dönüm noktası oldu ve Müslümanlığı seçti.

 

Cassius Marcellus’dan Muhammed Ali’ye giden yol, hiç şüphesiz, onun düşmanlarını çoğalttı ve önündeki bariyerleri artırıp yükseltti. Ama beri tarafta bu seçim, Ali’ye Müslüman coğrafyada çok az kişiye nasip olmuş bir sevgi, saygı ve itibar kazandırdı. Müslümanların mana âleminde Ali, Batı’ya karşı ayağa kalkmanın sembolüydü. Batı karşısında asırlardır sürmekte olan geri çekilişi durduran adamdı.

 

Öteden beri spor, etkili bir vasıtadır. Sıradan insanların ruhunda bir kimliğe ait duyguları uyandırır, büyütür ve muhafaza eder. Hobsbawm, insanların kendilerini bir kimliğe ait hissetmelerinde spor müsabakalarının ne denli tesirli olduğunu bizzat kendi hayatından bir örnekle anlatır:

 

“Elinizdeki kitabın yazarı, İngiltere futbol tarihine baktığımızda, çok muhtemel görünene bir biçimde Avusturya’yı yenerse bunun intikamını ondan alacaklarına ant içen arkadaşlarının evinde, 1929’da Viyana’da oynanan ilk İngiltere-Avusturya futbol maçının radyodan yayını, nasıl sinirle dinlediğini hatırlamaktadır. Arkadaşlarım Avusturya iken, orada tek İngiliz oğlan çocuğu olan ben İngiltere idim.  (Eric J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları, 1995, İstanbul, s. 170)

 

Ali’ninki de bir nevi o hesap. O, tek başına bütün bir İslam dünyasıydı. Öyle algılanıyordu. Dolayısıyla sevenlerin gözünde o hiçbir vakit sıradan bir boks maçına çıkmadı. O kazandığında Müslümanlar kazandı ve zafer coşkusuna gark oldu. O yenildiğinde ise Müslümanlar yenildi ve hüzne battı. Politik hayata bigâne ve sporla uzaktan yakından bir alakası olmayan milyonları Ali’nin alacağı neticeye kilitleyen işte buydu.

 

Ali’yi boks tarihinde emsalsiz kılan, arkasına aldığı bu ruh haliydi. Ve işte bu ruh halinden ötürü bugün hemen her Müslüman ülkede Ali’nin arkasından hayır duaları okunuyor. Hayatından kesitler aktarılıyor. Yaşamına yön veren ilkelerinden bahsediliyor. Ali’ye methiyeler yakılıyor.

 

Çok da iyi ediliyor. Hakkıdır ve onun üzerinde çok da güzel durur.  

 

Lakin bu yapılırken başka bir iş de ihmal edilmemelidir. O da Ali’yi muhabbetle yüreğine basanların, Ali’yi Ali yapan değerlerle ne kadar içli dışlı olduklarını sorgulamalarıdır. Misal, Ali Vietnam’a gitmeyi reddetti. “Hiçbir Vietnamlı arkamdan bana ‘Pis Zenci’ diye bağırmadı. Benin Vietnamlılarla bir sorunum yok” deyip sisteme kırmızı kart gösterdi. Acaba bugün Ali’nin bu hareketini şevkle alkışlayanlar, kendi ülkelerindeki vicdani retçilere karşı da aynı duyguları besliyorlar mı? Yoksa onlara başka nazarlarla mı bakıyorlar? Eğer öyleyse, burada ahlaki bir problem yok mu?

 

Ali’yi böyle anmak, hem hepimiz için daha fazla hayırlara vesile olur, hem de Ali’ye daha çok yakışır.

 

Allah rahmet etsin…

 

- Advertisment -