60’lardaki lise yıllarımda reklamcılık hala Cağaloğlu’nda yoğunlaşmış bir tabelacılık işiydi. Cağaloğlu da tesadüf değil; basın da oradaydı zaten, medya sözcüğü basın anlamına gelmiyordu daha… Hatırladığım, N.Erbakan’ın her zamanki ağız kalabalığı arasında “bazı basın mensupları” yerine “bir kısım medya” deyip geçmiş olması ertesinde düşmüştü ağızlara.
Atilla Aksoy’un Bülent Erkmen ve Öner Birol ile kurup yönettiği Reklamevi, 60-70’leri sol içinde ve okur-yazar olarak geçirmiş iş-güç edinme sürecindeki çevrenin 80’lerdeki güvenli başvuru kaynağıydı.
80’lerde Turgut Özal’la eşik atlayan kapitalizm özel renkli TV’lerin de rüzgarıyla basını medya haline getirirken reklamcılık da onun yörüngesinde gözde sektörlerden birine dönüştü. Bu dönüşümde Atilla Aksoy sadece Reklamevi’de değil, ödülleri ve ritüelleriyle de kurumlaşmasını pekiştiren sektörün de liderlerindendi. Bu gelişmelerin ertesinde 90’larda çığ gibi büyüyen vakıf üniversiteleri İletişim fakültelerini kurarken sözel alanların iddialılarından Bilgi’dekinin Reklamcılık bölümünün liderliğini de O üstlenmişti.
Ufku ve önü yeni açılan başka sektörlerde de olduğu gibi reklamcılık da toplumsal işleyişte kendine düşen alanın ayrıcalıklarının farkında olmakla o alanın profesyonelleşmesinin sosyal ve insani hayatlara yapabileceği katkılar arasındaki tansiyonun iki ucu arasında salınacağının farkındalığından da beslendi. Tabii ki Atilla’nın da inisiyatifiyle Reklamevi başından beri bu basınçtan beslenmeyi kurum kimliğine dönüştürmüş bir ortamdı…
Reklamcılık ve Halkla ilişkiler [Public Relation ](PR) ve güç sahipliğinin farkındalığıyla yaratıcılık enerjisinin ara bölgesinde yoğunlaşmış basıncın ağırlığını üzerinde hisseden sektörlerin de başta geleni oldu… Çünkü kapitalizmin etrafında örgütlendiği dolaşımın konusu mal ve hizmetler başıboş ve başlarına buyruk şekilde pazara salınamazdı. Özellikle bu arada imgenin de değişim değerine dönüştüğü koşullarda algılanma şekilleriyle de birarada düpedüz tasarlanıp yönetilmeleri gerekiyordu. Neo-liberal diye adı konacak Postmodern geç-kapitalizm koşullarında iş iyice çığırından çıktı. Olimpiyat gibi büyük spor organizasyonlarının büyük şirket markalarınca mı desteklendiği yoksa onların isim ve logolarını daha etkin şekilde dolaştırmaları için mi düzenlendiği? Kısaca, öncelik-sonralıklar birbirine karışmaya başladı.
Halkla ilişkiler [Public Relation ](PR)’ın da ayrı bir sektör olarak özerkleşmesiyle, spor ve sanattan politikaya medyada adı gözükmek de o imge dolaşımının parçası olup değer potansiyeline dönüştü. Artık artistler, futbolcular ve politikacılar eskisi gibi eş-dost ve yakınlarıyla birarada değiller. Davranışları PR normlarıyla yönetiliyor. Nefes alış-verişlerini milyonlar seyre hazırken Ronaldo ve Messi yeniyetme alışkanlıklarıyla davranmayı sürdüremezler. Birkaç saatleri onbinlerce dolarla tartılırken Clinton gibilerin kahvaltı saatleri hatır-gönül aşkına aileleriyle eşe-dosta tahsis edilemez. Cruyff maçlarda Puma ayakkabı giymek üzere anlaşma yapmıştı. Oysa şampuan, krampon gibi Ronaldo’nun işini yaparken üzerinde/yanında olan bir eşyası değil. Bu farkın bir anlamı var mıdır? Ve Cruyff kuşağına Ronaldo’nunkine oranla ayrıcalık verir mi? Tartışmaya değerse, Atilla’nın payı az değil?
Dolaşımdaki emtianın adını, çehresini hatta imgesini belirleyen düğüm noktasında konumlanmanın prestijiyle onu belirleyecek yeteneği kullanma hazzı aralığındaki tansiyon demiştim: Sırf basın değil, genelde yayın dünyası menzilinin çok kısa olduğu yıllardı, “çok satar”lığın da müesseseleşmediği zamanlarda reklamcılığı cv/portfolyo verilecek umutlu bir iş kapısı haline onlar getirmişti. Sırf kapitalist kârla sosyal faydayı değil; söz, ses, çizgi ve hareketli çizgi(film), sinemanın iddialı potansiyellerini, reklamın mini kurgusal dünyasında biraraya toplayınca başarılı da oldular. Olunca sektörün diğer vaatkar kurumları gibi iri küresel sermaye gruplarına dahil edildiler. Atilla da iddialı insanların çoğu gibi, o başladığı yer değişmiş de olsa başladığı yerde duracaklardan değildi ve son zamanlarda işiyle ilişkiyi gevşetip fotoğrafa yoğunlaşmış.