Ana SayfaYazarlar'Dolunay vardı bu akşam gökyüzünün avucunda'

‘Dolunay vardı bu akşam gökyüzünün avucunda’

 

“İşte böylee…” diye bitirdi Ahmet Ağabey. “Hadi bakalım çocuklar, evdekileri meraklandırmayın bakalım.” Natali Teyzeye bakarak “çöp torbasını verir misin, çocuklarla beraber çıkıp bırakayım” dedi Merdan Amca. Geniş salondaki muhabbeti evin diğer organlarına akıtan koridorun en ucuna yastıklarımızı fırlattık; merdivenlerden aşağıya sekerek inen iki küçük çöp adamdık. Natali Teyzenin “yavaş çocuklar; düşüp bişey edeceksiniz biyerlerinize!” diyerek, gülmesiyle kızması arasında sıkıştığı için tizleşen sesini duyduk. Ahmet Ağabey önümüzde mahsusçuktan yavaşladı; üstümüze devrilse üçümüzü birden ezebilecek büyüklükteki kapının kolunu Merdan Amca çekti. Yaramazlığından ötürü kulağı çekilen bir çocuk gibi yüzü kulağına doğru buruştu kapının; ardından hafifçe feryat etti; “zııvvrrrk” diye açıldı. “Gece de ıhlamur kokar mı” diye boynumu eğdim; başımı yukarıya kaldırdım, Merdan Amca’ya baktım. Neredeyse o kocaman kapı kadardı boyu; “kokar tabii Aliciğim” dedi, “niçin kokmasın?” Tahir ile beraber “allahaısmarladık” dedik; caddeye doğru giden dar arnavut kaldırımlı yolda yürümeye başladık. Taşlar, biz gelmeden hemen önce yönümüzü göstermek için dizilmişcesine davetkâr, buğusu kalmış yağmur ertesi gibi pırıl pırıldı.

 

“Ya, herkes söylüyor bunu ayrılırken, alasmarladık ne demek” dedi Tahir. Sırıttım. “Oğlum” dedim; “o alasmarladık değil, Allaha ısmarladık, yani, deniz kenarında çay bahçesinde otururken garsona çay ısmarlamak gibi birşey.” Hemen ekledim ardından babaannem gibi: “Tövbe tövbee.” Dini konulardaki olur olmadık benzetmelerimden sonra babaannemden duymaya alışıktım. Aynısını yaptım. Sonra durdum; Tahir de durdu. “İyi de” dedim; “sahiden, Allaha ne ısmarlıyoruz; niçin bunu ayrılırken söylüyoruz?” “Belki bir daha görüşmemizi ısmarlıyoruz” dedi Tahir. Baktı dinliyorum, devam etti. “Hani, nereden bilelim; belki görüşemeyecegiz” dedi; “bir istek sözü bu; gerçekten bir şeyi yapabilecek olandan o yapabilecegi şeyi istemek gibi. Meselâ şu fen ödevini Ali’ye ısmarladık! Neslihan'ların grubuna rezil olmamak için yapabilecek kişiye hitaben bir dilek.” “Maide’ye bu hafta daha hiç şiir vermedim” diye dertlendi peşisıra, “onu kime ısmarlasak”; der demez, bir kıskançlık bulutu ter olarak yoğuşuverdi alnının ortasında.

 

Aslında canım hiç uyumak istemiyordu. “Tahir bizde kalsana bu akşam!” dedim. “Oğlum annemlerin haberi yok.” “Tamam gidip hemen izin isteriz; ama önce bizimkilere uğrayıp izin istemeye gittiğimizi söyleyelim.” “Oldu.” Ne kadar hızlı anlaşırdık Tahir’le. Bazen birinin istediği ile diğerinin onayının yer değiştirdiği bile olurdu. Konuşmalarımızdaki özneler yer değiştirir, birbirimizin rollerini üstlenirdik. Bu özelliğimize gıpta ederdi diğer arkadaşlar. Adımlarımızı hızlandırdık; caddeye çıktık. Deniz kenarına giden yolun caddeyle kesiştiği yer kalabalıktı. Herkesin elinde birşey vardı mutlaka; kese kâğıtlarında erik, kabak çekirdeği, ay çekirdeği, iğde… Dinlediğim masallardaki gibi, yürüdükleri yolu dönüşte bulabilmek için kabukları etrafa serpiştiriyorlardı.

 

Dolunay vardı bu akşam gökyüzünün avucunda. Ne güzel! Yeniden bir şeylere başlıyor olmalıydık. Bütünü, yeniliği, tüketilmeye henüz başlanmadığını gösteriyordu bana dolunay. Natali Teyzenin henüz kesilmemiş kakaolu kekleri gibi duruyordu; bazı yerleri daha koyu, diğerleri açık. Yarın, bilemediniz ertesi gün, hep birlikte yemeğe başlayarak, yavaş yavaş bitirip yok edecektik. Sonra Natali Teyzeler, Ayşe Ablalar tekrar yapacaktı dolunayı; bütün zamanı yeniden başa saracaklardı. Ayın etrafındaki yeniden başlamaları, dolunayı; güneşin etrafındaki yeniden başlamalardan, yılbaşlarından daha çok seviyordum. Çünkü zamanın şeklini şemâilini görebiliyordum. Aldırmıyordum bu kadar hızlı tüketip yeniden başlamalara. Fatih Erdoğan bütün çocukların ezbere bildiği nakaratını benim için de yazmıştı: “Küçüktüm, ufacıktım. Bir susayıp, bir acıktım. Dedim, dede masal anlat. Dedem dedi, sen anlat. Ben anlattım; dedem güldü. Bilmem dedem neden güldü.”

 

Ne diyordum? Evet, Tahir’le birlikte önce kalabalığa, sonra dolunaya arkamızı döndük. Küçük toprak yola girdik; iki yüksek duvarın arasından deniz görünüyordu. Su siyahtı, ama üzerinde kırık cam parçaları sürekli yer değiştiriyordu. “Tahir” dedim, “denizde gidiyor olsak, masallarda olduğu gibi ormanda sürekli önümüze çıkan iki yoldan birini seçmek zorunda kalmayız, di mi? Öylesine canımızın çektiği yöne çeker gideriz.” “Olur mu hiç” dedi Tahir. “Dünya haritasını hatırlasana, Cebeli Tarık’dan çıktın mı ne yapacaksın? Meselâ sağa dönsen yukarıya İngiltere’ye filân gidersin; sola dönsen aşağı, Kuzey Afrika’ya filân!” “Ama baksana,” dedim “bir kere ona kuzeye veya güneye denir ya neyse; ne güzel, sağa veya sola döndüğünde ulaşabileceğin bütün seçenekleri biliyorsun.” Tahir kızdı. “Bunun denizle veya karayla ne ilgisi var” dedi. “Harita denen birşey var; eğer karada da haritan varsa, ona bakarak gideceğin heryeri, bütün seçenekleri görebilirsin.”

 

Duvarlar önce alçaldı, sonra yok oldu. “Üzerimizde gökyüzü, önümüzde deniz; sınır sadece gözlerimiz, değil mi Tahir” dedim. Omuzuma esaslı bir yumruk yedim. Tahir’in onayları böyle olurdu. Elimde Natali Teyzenin verdigi eriklerin çekirdeklerini uzun süre tutmaktan kalan bir yapışıklık vardı. İki üç adım attım; toprağı ensesine yastık yapmış, dalgaları örtünerek uyumaya hazırlanan taşların üzerinden elimi aşağıya salladım. Sanki o kırık camlar batacakmış gibi çabucak çektim. Deniz elimi ancak bir iki kez yalamıştı ki, büyükbabamın sesini duydum: “N’apıyosunuz çocuklar?” Kaptanpaşa’da yatsıyı edâ etmiş büyükbabam da eve dönüyordu. “Büyükbaba, Tahir bizde kalsın mı bu akşam?” Sigarasının iliği varsa eğer, artık sömürülmüştü. “Tahir’in ailesinin haberi varsa, olur tabii” dedi. “Biz şimdi onlara söylemeye gidiyoruz.” “Geç oldu; ben de geleyim yanınızda.” “Yok yok büyükbaba; hemen şurası; çabucak geliriz. Annemlere de söyler misin?” Bana her “kerata” dediğinde içimdeki kuş yuvasında bekleşen yavrular doyardı. Yine söyledi. “Kerata, annenlerden izni ben alacağım yani!” Hissettiğimiz minnettarlığı yüzümüzde görebilmek için dolunay biraz daha parladı. Sigarasıyla büyük bir saadet yaşayan büyükbabam, elini dilinin emrine vererek birşeyler yaptı. Dolunaydan kamaşmış gözlerim farkedemedi. Tahir “tamam Cemal Bey Amca gidiyoruz” diye şifreyi çözdüğünü cümle âleme ilân etti.

 

Şu harita meselesine takılmıştım. Birbirinden bu kadar uzakta olan yerlerin tümünü bir arada görebiliyordum. “Göz açıp kapayıncaya kadar gelirim” derdim, evden top oynamak için çıktığımda. Harita karşısında da gözümü açıp daha kapamadan bütün yeryüzüne baktığımı bilirim. Ahmet Ağabeyin anılarını ne zaman dinlesek, uzak yerlerle bulunduğumuz yer arasındaki zaman farklarına bağlı komik durumlar ortaya çıkardı. Kaptandı. Bir gemisi vardı. Bir keresinde uzak bir diyardan aramıştı. Kahvaltı ettiğini söylüyordu; biz ikindi çayını içiyorduk babaannemle. Tahir’e döndüm: “Uzaktayken farklı bir zaman diliminde olmak güzel, değil mi?” dedim. “Ne?” dedi gayri ihtiyâri. “Diyelim ki” diye baştan başladım. “Maide annesiyle babasının yanına gitti Amerika’ya. Yaşadığınız yerlerde eğer aynı anda güneş doğsa, insanlar aynı zamanda kahvaltı etse ve akşam aynı zamanda eve dönse; o zaman, sanki üzerinden hemen atlanabilecek bir mesafe var aranızda diye düşünmez misin?” Yürümeyi bırakıp, bana döndü. “Yani inanabilir misin uzakta olduğunuza? Atlamaya kalkmaz mısın bir kıtadan diğerine?”

 

Bu arada demin geldiğimiz yolu tersine yürümüş; semtin çıkışındaki ağaçlıklı yolun başına gelmiştik. Caddenin karşısına geçtik. Tahir kaşla göz arasında, apartmanlarının girişindeki duvarda “Uzay Yolu” dizisindeki kumanda paneline benzeyen zilin üzerindeki düğmelerden birine basmıştı bile. Yukarıdaki katlardan bir tanesinin camında annesinin kafası belirdi. Babası nihayet annesinin başını kesip cama koymuştu işte. Kavgaları çok meşhurdu. “Tahir bize gelebilir mi bu akşam?” diye bağırdım. Annesinin kafası kayboldu. Tamam işte, içeriye düşmüştü kesik baş. Sonra babasının kesik başı göründü. Annesi de her zaman oldugu gibi aynı mükemmellikte karşılık vermişti. “Oğlum, pijamalarını, önlüğünü, çantanı…” bitmiyordu evden alacakları Tahir’in; duymamaya başladım; sonunda “…gel al” dedi. Duydum. Harita ve farklı zaman dilimleri üzerine daha başka ne söyleyeceğimi toparlayamadan, Tahir elinde naylon bir torba ile döndü. Yukarı baktım; annesi ve babasının kesik başlari bizi takip ediyordu. Biraz uzaklaşınca tekrar dönüp el sallamak bahanesiyle çaktırmadan göz attım; aslında omuzlarından aşağısı kesilmişti. Tevekkeli değil, “çabuk barışır bunlar” derlerdi. Bak vücudlar kendini ne kadar hızlı tamir ediyordu. Herşey akıldaydı azizim. Akıl tamir ederdi. Azmi Bey öğretmenimiz böyle söylerdi.

 

Tahir elini torbaya attı. “Aaa plâk mı getiriyorsun” dedim. Biraz mahçup baktı: “Evet; ama babama söz verdim; sadece bir parçayı dinlemek için, iğneyi habire ileri geri götürmeyeceğiz; çiziyormuşuz plâkları” dedi. “Tamam tamam” dedim. “Ama sen çıkardın bu oyunu. Parçanın bir yerinde kulaklarımızı kapıyor, sonra kulaklarımızı açtığımızda parçanın bitip bitmediğine bakıyorduk. Bu arada kulakların kapalıyken senin sesini de teybe alıp karşılaştırmıştık ya, işte o haltı ederken galiba önemli birşey silmişiz. Babam kıpkırmızı oldu benimle konuşurken geçtiğimiz akşam. Sahi Tahir, halt ne demek acaba?” Evin önüne geldiğimizde çok sessizdi etraf. Kapıyı annem açtı. Ağzımızın kulaklarına olan yakınlığı kendisini tedirgin etmişti. “Kurallar” dedi. “Biiir: Gürültü etmek yok. İkiii: En gec onbirde uyumuş olacaksınız; yarın sıra bizim grupta diyerek çalışma bahanesiyle kızlara mektup yazmak yok. Ve üüüüç: Sabah beni otuz kere yanınıza getirmek yok. Hemen kalkacaksınız ve kahvaltı edeceksiniz.”

 

Tahir bana baktı, ben ona baktım. Anlaştık. İkimiz de başımızı salladık. Şimdi küçüklüğüne inanamadığım, annemin hep dağınık bıraktığımı iddia ettiği o mâbede girdik. “Ne o oğlum” diye merakla baktı yüzüme Tahir. “Bütün yol bıçak açmadı ağzını. Ne söylediysem, evet dedin durdun.” İçim sığamadığı için içimden çıkmıştı. “Sürpriz” dedim. “İşte Maide’ye göndereceğin mektup.” Masamın üzerindeki defterlerden birinin göbeğini yarıp, tertemiz iki yaprak çıkardım. Yazmaya başladım: “Sevgili Maide, eğer Amerika’ya gidersen, gitmeden bu mektubu okursun, değil mi? Uzakta olsak da, artık farklı okullara gitsek de, aklım hep seninle olacak. Azmi Bey geçen gün eline bir ip almıştı Maide, hatırlıyor musun? Bize mesafeleri anlatırken ipin rastgele iki yerini, ipi eğerek, bükerek, kıvırarak birbirine yaklaştırmıştı. Aslında evren böyledir, demişti. İşte Maide, arkadaşlık da böyle. İp üzerinden gitmeye kalkarsan uzak; uzayın boşluğunu kullanmak istersen yakın. Uzaktayken farklı zamanlarda acıkmak, göğe farklı vakitlerde bakmak da harika olacak. Anlatması güzel diğerinin aynı anda göremediğini. Hesaplarsın değil mi Maide sürekli, şu vakitte Tahir de görebilecek bunları diye. O an göremeyeceğini bildiğin için gözün farklı görür, dilin farklı tadar, elin farklı yazar. Uzaktaysak Maide, gecikmenin veya erkenci olmanın tadını alabiliriz. Önce benim anlatacaklarımı dinler; ya da önce kalemi sen alabilirsin eline. Dostluk, uzaktayken vakitlerin farkını, yakındayken nefesin sıcaklığını duymak. Seni hep sevecek arkadaşın Tahir.”

 

- Advertisment -