Türkiye modernleşmesinin bu önemli vakası, ortaya çıktıktan yarım asır sonra bile hâlâ zihinlerde kapanmış değil; (1) iki nedeni var bunun, birincisi nasıl adlandırılırsa adlandırılsın bu üretim / yerleşme / yaşam biçimiyle (2) ilgili başından beri ısrarla sarih ve adı konmuş bir siyasi tutum alınmaması ise diğeri de kentli orta sınıfın bu belirsizliği sürdürme konusundaki hassasiyetidir. Önce siyaset, siyasetin partiler ve zamanlar – ötesi tutumu malum; önce görmezden gelmek sonra yavaş yavaş kabullenip sonunda da o günün şartlarına göre imha ile destekleme arasında bir pozisyonu tercih etmek üzere geleceğe ertelemek. Ama her durumda sürüncemeli bir pozisyonda kalarak geleceğin riskini paylaşmayı bile, siyaseten de olsa göze alamayıp tamamen sakinlerin sırtına yüklemek.
Ama zaten isteseler de baştan tamamen imha yoluna gidemezlerdi. Çünkü 50’lerle birlikte başlayan ve giderek hızlanan göç dalgasının da pekiştirdiği kentleşme sürecinin milyonlarla ölçülen yeni nüfusunu zamanın yerleşik mekanizmaları ve kaynaklarıyla iskan etme olanağı bulunmuyordu ve eğer bu de facto mekanizma ortaya çıkmasa Türkiye’nin sanayileşerek kalkınması da mümkün olmayacaktı.
Söz buraya gelince genellikle şu standart tepki gelir, “Ama biz zaten doğru-dürüst sanayileşmedik ki, inşaat sektörüne dayalı geri kalmış bir ekonomi ürettik.” Bu kanaati hiç ciddiye alamadım. İnşaat sektörünün gerilikle hiç ilgisi olmadığından ya da üretim girdilerinin çeşitliliğini yadsıdığım için değil, nereden bakılsa yerleşik yaşamın başlayıp sürmesinin asgari koşulu binalar da içinde, yapılı çevreyi ve onun kentsel altyapısını ürettiği için kilit sektör olduğuna kuşku yok. Yani sırf çimento, demir ve tesisat borusunun değil, her türlü emtianın tüketimi de yapılı çevre ve altyapısının yeterli ve hazır olmasını takiben mümkün oluyor ve tam da bu nedenle sadece burada ve/ya başka geri kalmış yerlerde değil, her yerde ve ekonomide kilit rolü oynuyor. Dolayısıyla kilit rolü, ne bize ne de geriliğe özgü. Modern Paris’i rol modeli haline getirirken 19.yüzyılın başkenti de yapan ve baştan başa yeniden inşa edilmesiyle sonuçlanan Haussmann operasyonlarına sadece proleteryanın isyanlarına tedbir olarak değil, inşaat sektörünü canlandırıp, ekonomik krize kalkan olsun diye de girişilmişti. Kısacası koskoca Paris sırf yeniden yapmak için/üzere yıkılmıştı. Zaten ekonomiyi canlandırma işlevinin sürekliliğinden şüphe duyulduğu anda da vali işinden oldu. Bu sadece kentleşme denince herkesin aklına ilk gelen örneklerden biriyle ilgili bir olgu. Bir şey kanıtlamaz, ama en azından başka ülke ve ekonomilerle karşılaştırmalı çalışmalara dayanmadığı sürece bu inşaat-gerilik denklemi üzerine kurulu yaygın kanaatın kofluğuna işaret eden bir örnek daha olur. İnşaatın geriliğinden sektörler ölçeğinde değil de, olsa olsa hassas işlemler zinciri temelinde örgütlenmiş sanayi kolu birimlerinin teker teker şantiyelerle kıyaslanması düzeyinde söz edilebilir ki, o noktada bile cam, izolasyon, boya vb. kaplama gibi inşaat girdilerinin üretimindeki hassasiyetler ile inşaat gibi doğası inceliğe direnen kaba-saba bir işle, devasa ölçekli iş makinalarının biraraya gelmesiyle ortaya çıkan karmaşık sonuç ürünle ilgili ortalama hassasiyet beklentisinin gerektirdiği know-how’u da hesaba katmadan kanaatı sabitlememek gerekir.
Ancak her ne olursa olsun 50-60’ların sanayileşmesini 1930’ların devlet projesi sanayi hamlesiyle karıştırıp kıyaslamamak gerekir. (3) Çünkü adı üstünde bir devlet projesi olarak o zamanki hamlenin sürdürülebilir olmadığı fazla geçmeden anlaşıldı. Köklere sinmemiş ve kendi burjuvazisini yaratmamış o sanayi ne geleceğin ekonomik sistemi içinde kendine yer edinebildi ne de Türkiye’nin yeni nüfusunu ve beklentilerini karşılayacak kadar gelişebildi. Toplumun köklerine sinmiş ve kendi burjuvasını (öznesini) yaratmış bir sanayi yapılanması da işçi sınıfı olmaksızın düşünülemez. İşçi sınıfının varlığı işgicünün yeniden-üretimininin asgari düzeyde bile olsa karşılanacağı koşullar oluşturulmadan mümkün olamaz ki, işgücünün yeniden-üretiminin başlıca bileşeni ve dolayısıyla da istikrarlı bir sosyal varoluşun olmazsa olmazı evdir. Modernleşme tarihinde emekçi sınıflarının barınma istikrarını sağlamadan sanayileşip kalkınmış bir toplum örneği olmamasının nedeni de budur. Ki, bu da bir tavuk-yumurta ikilemidir; o istikrar sağlanmadan kalkınılamamakta, kalkınamadan da istikrar sağlanamamaktadır. Diğer deyişle sanayi burjuvazisi, proleteryasına, proleteryası da burjuvazisine bağımlı olmakta, biri olmadan diğeri mümkün olmamaktadır. Türkiye’de bu kilidin iki tarafını da açan devlet oldu. 1950 ve 60’larda ithal ikamesi vs. teşviklerle sanayi burjuvazisinin doğmasını teşvik etmişti, öte yandan da da, Osmanlı’da özel gayrimenkul mülkiyeti olmadığından uçsuz bucaksız imparatorluk toprakları devlete aitti. Devlet de topraklarını parçalara bölerek bir tür erken ve küçük ölçekli “yap-işlet-devret” sistemi gibi çalışan bir ilişki şekliyle tebasının ileri gelenlerine, vergi ve hizmet alma karşılığında “kullanım hakkı” veriyordu. Bu uçsuz bucaksız imparatorluk toprakları da olduğu gibi yeni kurulan cumhuriyet devletine devredilmişti, işte daha metaya dönüşmeden yeni devlete devredilen bu miras, başka devletlere nasip olmamış bir imkân olmanın yanı sıra, devletin elinde yeni göçenlerin sanayi proleteryasına (4) dönüşmelerini mümkün kılacak bir manivela haline gelecekti. Sanırım orta-sınıfların hazımsızlığının ardında da telafi edilemez kayıpları diye görecekleri ne kadar sosyal bedel varsa onların hesabını bu geçiş dönemine müdahil olamamaktan sormak gibi reaksiyoner bir algının tutukluğu var, öyle ya tam formel piyasa ve hukuk nizamının gayrımenkulleri de kapsamasının eşiğindeyken ve kendileri tam yeni yeni gayrımenkul mülkiyetinin hazzını tatmaya hazırlanacakken uzaklardan ve kendilerinin bile ardından gelmiş bu kentlilik acemileri büyük dilimler halindeki henüz imar görmemiş topraklara enformel yollardan yerleşmişlerdi. Daha formel gayrımenkul piyasasının ve hukukunun imkanları tam olarak denenip tüketilme fırsatı bulunamadan onları çiğnemişlerdi bile. Böylece devletin rakipsiz bırakarak vergi almayarak ve teşvik vererek oluşturduğu sanayi burjuvazisinin tamamlayıcısı sanayi proleteryasıda devletin hazır bulduğu bu olağandışı miras aracılığıyla oluşturulmaya başlanmıştı ve metropollerin çeperlerindeki yeni gecekondu mahalleleri civarlarında kurulmuş irili ufaklı sanayi zincir ve ağlarının işgücü deposu haline gelmiş oluyorlardı. Biri olmadan öteki, öteki olmadan da beriki olamazdı. Denizde ıslanmamak güneşin altında yanmamak mümkün değildi. İşte akademisyenlerin anladığı, edebiyatçılarla ressamların sezdiği, ama orta sınıfların anlamamakta direndiği tam da buydu; işgücü olmayan sanayi ve kendini yenileyemeyen işgücü olmazdı. Osmanlı’dan Cumhuriyete kalmış bu olağanüstü miras, işgücünü yeniden-üretmesinin altyapısı olarak gecekondulara evsahipliği yapacaktı. Nasıl olur da daha yeni yeşermekte olan gayrımenkul piyasasının arkasından dolaşmak daha en baştan mümkün olurdu? Piyasa daha doğma fırsatı bulamadan çiğnenmeye başlamıştı bile. Tabii teker teker değil sınıf olarak birkaç yüzyıldır İstanbul’da yaşayan ailelerden gelmeleri tarihsel açıdan mümkün olamayacağına göre, yeni oluşmakta olan bir burjuva sınıfının üyeleri olarak kendilerinin de neden daha en baştan içlerindeki küçük bir azınlık olan müteahhitlerin bakış açısına kitlenip, özerk bir zihin ve vicdan geliştiremedikleri sorusunu sorup onları faka bastırmak için, işçi sınıfı örgütlerinin ideolojik olarak çok daha donanımlı olup, slogan yarışına indirgenmemiş, ideolojik mücadelenin manevra deneyimlerine de sahip olmaları gerekiyordu ki, daha sendika hakkının yeni yasallaştığı ve bıçak sırtında işlediği bir yerde böyle bir tecrübe beklentisi, eğer haksızlık değilse saflık olurdu herhalde… Niye sindiremiyorlar? Sırf kendi aralarında değil, temsilcilerinin ağzından medyada konuşurken de bunca yıl sonra hâlâ “gasp” “işgal” gibi kelimelerin sıkca geçtiği bir söylem içinde kalabilmektedirler. Sindirilemeyen nedir? Ben birbirine bağlı iki neden görebiliyorum; ilki, bu yıllar, kısmen de olsa görünürde parlamenter demokrasi içinde geçirilmiş ve birçok seçim yaşanmış olmasına rağmen, başta zamanın çoğunu iktidarda geçirmiş sağ partiler olmak üzere hiçbiri geriye bakınca artık apaçık görünen bu ikili desteği “sanayileşme / kalkınma” söylemi gibi gibi muğlak seçim vaadi ve propaganda malzemesi dışında açıkça dile getirip programlarına almamışlar, dolayısıyla da seçimlerde onaylatmamışlardır… Bu açıdan bakınca seçmen, dahil olmadığı de facto kararlara maruz kalmıştır. Ama konu hâlâ kapanamıyor. Orta sınıftan seçmenler neden kendilerine onaylatılmamış başka kararlara bu kadar tepki duymayıp bu noktada hassaslaşmıştır? Yanıtı herhalde sınıfsal. Yani, “niye biz değil de onlar?” Hâlâ bitmedi… Peki niye sanayi burjuvasıyla değil de proleteryasıyla problemleri? Sanırım o da konumları gereği. Orta sınıflar hep üstlerine yaklaşıp onlarla özdeşleşmeye meyilli olurken altlarına mesafe koymayı hedefliyorlar. O nedenle uzun vadede kendi sınıfsal çıkarlarına ters düşecek de olsa otoriter sağ politikaları benimsemeye yatkın olurken, kendilerini emekçi sınıflara yaklaştırıp müttefik yapmaya yatkın söylem ve projelere hareket alanlarını genişletecek olsa bile gönülsüz oluyorlar. Arkadakiyle arayı açıp öndekiyle kapatmaya çalışan atlet misali. Ama pist değil de sosyal ortam sözkonusu olduğunda yukarı tırmanmanın veya öndekine yetişmenin ne kadar güç ve seyrek olduğu bu kadar aşikârken niye görmezden geliyorlar? Sanırım yine şöyle bir eğilim işlemeye devam ediyor; öncelikle kentli orta sınıfların kendi içindeki statüsü en yüksek mertebe olan prestijli meslek sahipliği (doktor, avukat, mimar, mühendis, tasarımcı, sanatçı, akademisyen, teknokrat, bürokrat) için gerekli asgari adım olan üniversite eğitimini sonuna kadar zorluyorlar. Başarırlarsa ya yeterli tatmine ulaşıp yatışıyor ya da tırmanmayı erteliyorlar. Tabii bir ihtimal de orta / küçük boy bir girişimle / işletmeyle yarışa katılmak. Ama her durumda yukarıyla özdeşlik arayışı sürüyor. Özdeşliği pekiştiren bir husus daha var, o da orta sınıflarla sanayi burjuvasının ortak paydası mülkiyet. Her ne kadar edinebildikleri mülk miktarları arasında dağlar varsa da, statü atlama kriterinin o kanalda seyretmeye devam etmesi, mülkiyeti ilelebet aşılamayacak zaman-aşırı / tarih-ötesi metafizik bir efsaneye, neredeyse kutsallık mertebesinde tartışılamaz bir değere dönüştürmektedir ki, tam da o noktada sanayi proletaryası da dahil mülksüz alt-orta tabakalarla mesafe iyice açılmış olmaktadır. Sanayi proletaryasının işgücünün yeniden-üretimi sadece sanayi burjuvazisinin değil, kalkınmaktan fayda uman tüm sınıf ve tabakalar adına ve lehine bir gelişme olup bedeli ödenmemiş ve hukuki statüsü çözülmemiş topraklar üzerinde başlaması, orta sınıfların bir türlü hazmedemeyip, tepkisini toplumun kalkınma içinde birarada durmasının başlıca zeminlerinden birinin altını oyan bir söylemin içinden bakarak konuşmalarıyla sonuçlanmaktadır; ”işgal ve gasp” terimleriyle öne çıkan bu söylem sanayileşme ve kalkınmayı ayakta tutmuş başlıca sınıfın sürekli gayrımeşru bir konuma hapsedilmesi gibi akıl ve makuliyet dışı bir söylemi diri tutan böyle bir ideolojik işleyiş, olup-bitenle konuşulan arasındaki farktan beslenen bir hukuk-meşruiyet mesafesi algısını diri tutmakta ve içinde bulunduğu toplum hakkında akıldışılığa varan karamsarlıkta bir kavrayışa mahkum bir toplum ortalaması üretmektedir ki, orta sınıf zaten bu ortalamanın kendisinden başka şey de değildir. Zaten orta sınıfın toplum ortalaması olma gücüyle yaygınlaştırıp topluma malettiği bu karamsarlık zemini olmaksızın “Bizde o / bu yok ve zaten o yüzden de değişemez / adam olamayız!” kalıbı da yediden-yetmişe bu kadar yaygın bir yeniden-üreme zemini bulamazdı. Yanı sıra bugün iktidar kentsel dönüşüm silahını pervasızca gecekondu bölgelerine çevirebiliyorsa desteğini ve gücünü aldığı oydan ziyade bu değişmezliğe kitlenmiş karamsar ideolojik tutuculuktan almaktadır.
Üstelik toplumsal işleyiş ve mekanizmaları kavrama iddiasındaki toplumbilimciler, her zaman nasip olmayan biçimde süreci en başından doğru ve geçerli şekliyle okumuş ve adlandırmışlardır. Adını tereddütsüzce ekol diye anabileceğimiz Mübeccel Kıray (5) liderliğindeki ve İlhan Tekeli Tansı Şenyapılı vb. bilim insanlarınca sürdürülmüş bir akademik damar daha mekanizmanın bütün boyutlarıyla yeni işlemeye başladığı 60’lardan itibaren bu sürecin sanayileşme içinde kalkınmanın evrensel normlarıyla uyum içinde olmakla kalmayıp, hatta onun Türkiye’ye özgü biçimi olduğunu da sadece akademik çevrelerde değil, kamuoyu önünde de ısrarla dile getirmişlerdir. Bu kavrayışı kurumsal olarak benimseyip sahip çıkmanın öncülüğünü bu mimarsız yapı üretiminin her şeyden önce üyelerinin çıkarlarıyla zıtlığının riskini de göze alarak korporatist angajmana meydan okumanın sonra pek izleyeni de olmayacak erken (6) bir örneğini veren Mimarlar Odası yaptı. 60 ve 70’lerin etkinlikleri ve yayınları bu aktif sahiplenişin kanıtlarıdır.
Dolayısıyla Gecekondu gerçeği, orta-sınıf söylemiyle Kıray ekolü arasındaki bir rekabet alanı olmuş, ama gündelik söylem ve medya temsilcileri üzerindeki egemenliğiyle orta sınıf söylemi bekleneceği gibi akademik söylemi gölgede bırakarak, belirişinden yarım yüzyıl sonra hâlâ, vazgeçtik makullük ve akla yatkınlıktan, statükonun dahi epeyce gerisine düşmüş tutucu bir ideolojik kalıp olarak varlığını sürdürmektedir. Ve “gasp / işgal” söylemiyle konuşurken aksi durumda bunun bedelinin iyi ihtimalle tıpkı Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi kahramanı Füsun ve ailesi gibi, uçak yokluğunda ölüm pahasına özel arabasıyla Avrupa’ya gitmeye çalışırken, dönüşte de hediye niyetine Nescafe ve Tobleron çukulata (7) yüklenmek olduğunun ve duymazlıktan geldikleri akademik söylemin sadece gecekondu ve sakinlerininkine değil kendi hikâyelerine de ayna tuttuğunun farkında bile olmamaları da işin cabası.Burada kurduğum denklemin iki tarafını eşitlemek uğruna saga-sola çekiştirip durmak kolay da elbet kâğıt üzerinde durduğu gibi durmayacak. Bir de otoyol trafiği kuyruklarına Selpak satmak üzere çocukları, kâğıt helvası / simit satmak üzere büyükleri, destursuz ön cam silmeye gönüllü gençleri savurmuş işsizlik var. Yanı sıra, gidip kalacak yeri olmadığından eski Taksim’in veya Aksaray, Beyazıt, Sirkeci, Karaköy, Üsküdar veya Beşiktaş’ın kozmopolitliği umuduna sığınmaya çalışan evsizler… Ayrıca kuramsal rasyonalitenin pek anlamı olmadığını da unutmamak lazım. Zaten ilgiye şayan kuram da rasyonaliteden ziyade çelişki ve açmazlara işaret edip açığa çıkarmaz mı? Yoksa gecekondu çözümünün önünü daha en baştan tıkayacak, tanıdığımızdan da otoriter bir devletin sokaklarda işsiz ve evsiz bırakacağı milyonlarla, kendisinin bile başa çıkamayacağı ve sosyal barış umudunu tamamen yitirmiş böyle bir metropolde de sadece emekçilerin değil, orta sınıflar dahil herkesin açıkta kalacağını kestirmek için kuramdan ziyade, “Blade Runner”(bıçak sırtı) türü distopik kurmacaya ihtiyacımız olacağı zaten malum.
Dipnot:
(1)Yazıda orta sınıfların gecekondu olgusu karşısındaki hazımsızlığından söz edilecek ama, tıpkı yine sözünü edeceğim akademik kulvar gibi sanatçılar da bu olguya başından beri duyarlı davranmışlar ve gecekondu olgusunu yaşayıp soludukları kent peyzajının vazgeçilmez bir unsuru olarak kabul edip kendi ifadeleriyle yorumlamışlardır. Burada kullandığım ve Pera müzesindeki “Düşler, Gerçekler, İmgeler / Modern Türk Resminde Cumhuriyet İmgesi” sergisinde birarada sergilenmiş resimler, bu duyarlılığın ve sanatsal ifadeye dahil edişin örnekleridir. Pera müzesinin bu manzaraları Cumhuriyet imgeleri motifleri arasında sergilemesi de kuşkusuz kurumsal bir sahiplenişin örneği diye yorumlanmalı, daha sonra bahsedeceğim ve gecekonduyu kurgularının mekanı ve ortamı olarak ele almış Latife Tekin’e kadar gitmeye gerek de yok, edebiyat başka birçok sosyal konuda olduğu gibi gecekondu konusunda da bu alana da diri ve uyanık reaksiyonlar vermiş ve tıpkı resimde olduğu gibi olgunun içselleştirilmesine katkıda bulunmuştur. Sosyal sınıfların tasviriyle ilgili ortamların söz ve çizgiyle tasvirleri konusunda kapsamlı bir yorum için bkz.; “Ekrem Işın – Düşler, Gerçekler, İmgeler/Modern Türk Resminde Cumhuriyet İmgesi” kataloğu. Gecekondu ile ilgili tanıklık referansı, iki özgün kaynak bkz. ; “Şükrü Aslan – 1 Mayıs Mahallesi – İletişim Yay. 2004”; “Adnan Özer – Benim Taşlıtarlam – Heyamola Yay. 2009”(2)Gecekondu doğası gereği üç açıdan da (üretim / yerleşme / yaşam biçimi) değişkenlik içinde bulunmasına rağmen, sınıfsal özellikleri değişim süreci içinde de yeniden-üretildiğinden hakkında genelleme yapılmasına olanak tanımaktadır.(3)İki dönemin ekonomik ve demografik nicel ve nitel değerleri ki, aynı kriterler ve ölçüm sistemleriyle kıyaslanmayı imkânsız kılacak kadar farklı, hatta iki apayrı dünyadır.(4)“Kültürel sermaye” kategorisiyle en azından orta sınıf kavramının katmanlaştıran Bourdieau sosyolojisinden sonra diğer sınıfsal katmanların da yerinden edilip edilmediği konusuna hâkim değilim, ama “sanayi proleteryasını hâlâ 19.yy.’daki anlamıyla kullanmak meşru ol[ma]sa da buradaki bağlamıyla o dönemde yan sanayilerle çapı genişleyen KOBİ emekçilerinin de gecekondu kökenli olması dolayısıyla, kurduğum denklem bozulmuş olmuyor çünkü sanayinin gecekonduya olan bağımlılığında bir değişiklik olmuyor. Sadece Bourdieau sosyolojisi değil Latife Tekin örneğinde olduğu gibi edebiyat da emekçi sınıfların üretimdeki konumlarından görece özerk bilinç ve davranış modalitelerine dikkatimizi çekmiştir.(5) Bir önceki dipnotunda sanayi proletaryası kavramının sorgulandığı bir metinde sevgili hocamın adını zikretmek en azından slogancılığa radikal tepkisiyle de hepimize örnek olması bakımından anısına saygısızlık olmayacaktır. “Marka” benzeri sözcüklere hiç başvurmadan ve asla kendisini kastetmeden, insanın alabileceği en yüksek unvanın eninde sonunda yine kendi ismine dönmek olduğunu da sık sık ondan duyardık.(6)Niye erken? Diye sormak akla gelmiştir muhtemelen. Şöyle: Biraraya gelip hak aramak üzere örgütlenmenin daha çok taze olduğu bir dönemde ve hazır olabilecek en geniş tabanda örgütlüyken akademik ve rasyonel / iletişimsel aklı ayırdedip, kolaycı klişe propogandalara tercih etmek ve de hiç değilse 80 darbesine kadar istikrarla kurumsal olarak sürdürmek, olsa olsa o kurumun olgunluğunu gösterir ki bu olgunluk 50’lerin başında odanın kurulması için Ankara’nın resmi politik ortamında harcanan çabayla sonra sürdürülmesi için sivil siyasi platformlarda harcanan çabanın bütünleşmesi sayesinde mümkün olmuştur.(7)Hazır Masumiyet Müzesi demişken yine fırsattan istifade bir örnekle, sanayi burjuvasının kimliğine de kurmaca dünyadan bir örnekle değinmiş olayım, öteki kahraman Kemal’in gazoz fabrikatörü babası, ama bu kez de, işte “ıvır-zıvır-ciklet-köpük kapitalizmi!” itirazlarına da, kapitalizmin işleyişinde piyasada dolaşıma girip sermaye birikimi döngüsüne katıldıkları sürece emtia arasında bir hiyerarşi gözetilmediğini yeni baştan hatırlatmakla yetineceğim.