Ana SayfaYazarlarGenel irade, milli irade ve keyfi irade (I)

Genel irade, milli irade ve keyfi irade (I)

 

Demokrasi “denemesi” geçmişimiz hayli uzun olmakla birlikte, ülke olarak hem kültürel hem yapısal açıdan sağlam ve yerleşik bir demokrasiyi tesis etmekte başarısızız.

 

Bu konudaki açık başarısızlığımızda, seküler ve muhafazakâr sosyal kesimleri temsil eden elitlerin keyfi iradelerini hakim hale getirebilmek için çarpık bir — aslında iki — demokrasi anlayışına sarılmış olmalarının büyük payı var.

 

Bizler ülke olarak, kendine demokrasi süsü veren iki otoriter anlayış arasında kaldık ve bir ondan yana, bir bundan yana savrulup duruyoruz. Gerçek bir demokrasiye en çok yaklaştığımız kısacık süren reklam kuşağı dışındaki yayınlarda, bir şekilde en fazla yarı-demokratik bir rejim kuşağı içinde kendimizi buluyoruz. Elbette askeri müdahaleleri de tâ başta brütten düşüyoruz.

 

Demokrasiyi iyi bir yönetim biçimi ve arzu edilir bir hedef olarak popüler ve meşru kılan versiyon, genellikle anayasal demokrasi veya liberal demokrasi olarak adlandırılır. Biz bu demokrasiyi, sadece devletin iki ana sosyal-siyasal güç arasında el değiştirdiği (veya el değiştirmesine girişildiği) dönemlerde, kısa süreliğine tatma fırsatı bulabiliyoruz.

 

Bunun dışındaki dönemleri ise, demokrasinin çarpıtılmış veya suiistimal edilmiş yorumları olan genel iradeci demokrasi’ye ve milli iradeci demokrasi’ye maruz kalarak geçiriyoruz. Oysa ne genel iradeci ne de milli iradeci demokrasi, gerçek anlamda bir demokrasidir. Sadece, halk/millet egemenliği çağına uyarlanmak koşuluyla muktedir olanın keyfi iradesini hakim kılan otoriter yönetim anlayışlarıdır.

 

Aslında, birbirine karşıt konumlanan, ama ortak noktaları da bulunan bu iki anlayışı “demokrasi” diye adlandırmak yerine genel iradeci yönetim anlayışı ve milli iradeci yönetim anlayışı şeklinde ifade etmek daha doğruymuş gibi geliyor insana.

 

Ancak her ikisinde de belli ölçülerde demokratik kurum ve yapılar barındırılıyor, yani belli bir demokrasi görüntüsü korunuyor ve demokrasi olma iddiası söylemde terk edilmiyor. Ayrıca dünyada da bu iki tür anlayışın birer demokrasi türü olarak görüldüğü ve savunulduğu oldu, oluyor. Dolayısıyla “yönetim anlayışı” gibi “demokrasi anlayışı” ifadesi tercih edilebilir, bir noktada.

 

Bu iki tür çarpıtılmış demokrasi anlayışının hem benzerlikleri, hem de (önemli) farkları söz konusu.

 

Genel iradeci demokrasi

 

Genel iradeci demokrasi anlayışı, seküler-laikçi ve ilerlemeci-gelişmeci perspektifiyle Jakobenist otoritarizm olarak kendini gösteriyor. İdeolojik kurguda temel özne “halk” olarak belirleniyor; “egemenlik kayıtsız şartsız” ona atfediliyor; halkın iyiliği (gelişmesi/ilerlemesi/çağdaşlığı) temel amaç olarak gösteriliyor.

 

İş pratiğe gelince mesele başka bir biçim alıyor.

 

Genel iradeci demokrasi anlayışında elitist ve dogmatik sol temalı bir siyaset hakim haldedir. İlericilik ve gericilik kavramları temel mücadeleyi veren güçleri tanımlamak için kullanılır. Büyük kavga bu iki sosyal-siyasi kesim arasındadır.

 

Bu anlayışta rejim, bir oligarşinin (i) devlet aracılığıyla halkı ilerleme ve gelişmeye zorladığı; (ii) vesayet kurumları vasıtasıyla halkın siyasi tercihlerine vasilik ettiği; (iii) ancak sınırlı ve kontrollü bir demokrasiye izin verdiği bir sistem şeklinde kendini gösterir.

 

Halkın arasından pozitivist ilerlemeci ve gelişmeci ülküyü benimsemiş bir kesim has yurttaşlar kategorisine yükseltilirken, çoğunluk — henüz ülküyü anlamamış ve içselleştirememiş olmaları, bu konudaki birlik ve beraberliğe dahil olmamaları (kaynaşmış bir kitle yaratılamamış olması) sebebiyle — devletin sert sopasıyla “eğitime” tabi tutulur.

 

Jakobenist otoriterliğe hizmet edebilmesi için demokrasi, Rousseau’cu Genel İrade kavramlaştırması üzerinden giderek tanımlanır. Buna göre, egemenliğin kaynağı halktır; ancak bu egemenlik, tek tek bireylerin ve tercihlerinin toplamından ayrı ve başka bir bütünlük ve irade demek olan Genel İrade’de birleşir ve kendini yansıtır. Genel İrade, tanımı gereği daima ve bir bütün olarak halkın iyiliğini gözeten tercihlerde bulunur; kararları her zaman bu nitelikte olur.

 

Halkın yeterince aydınlanmamış olduğu durumda, genel iradeyi yansıtabilecek, temsil edebilecek, halkı aydınlatabilecek bir lider v/ya seçkin kişiler, halk adına ve halkın iyiliği için karar verebilecektir. Bu, sıklıkla “halka rağmen, halk için” sloganına dönüşecek bir zorla özgürleştirme ve zorla ilerletmenin meşruiyetini içerir.

 

Dinin karşısına “bilimi”; yerelin karşısına “evrenseli”; geleneğin karşısına “çağdaşı”; Doğu’nun karşısına “Batı”yı koyan bu anlayış, pek tabii ki “çoğunluğun oy desteğini” hiçbir zaman sağlayamadı, sağlayamazdı.

 

Bu İttihat ve Terakki geleneği,demokrasilerin “uygar dünyada” (Batı’da) geçer akçe, meşru rejim olarak kabul gördüğü bir konjonktürde, sık sık ayar yapılan yarı-demokratik bir rejim (veya demokrasi görünümlü otoriter bir rejim) halini aldı.

 

Zaman içinde değişim ve dönüşüm geçirse de esas çizgisi ve perspektifini hep koruyan genel iradeci demokrasi anlayışı, uzun iktidarı döneminde ülkede aşağı yukarı şöyle bir tablo oluşturdu:

 

* Farklı partilere izin verilen, ama resmi ideoloji ile çizilen sınırları aşan olursa derhal haddi bildirilen;

 

* Seçimlerin yapıldığı ve hükümetlerin seçimle değiştiği, ama kimin hükümet olacağının vesayetin/devletin resmi, sivil ve yasadışı güçleri marifetiyle belirlenmeye çalışıldığı (devletle uyumlu olacak olmanın tercih sebebi kabul edildiği);

 

* Partilerin kendi seçim programları ve kampanyalarını yürütmelerine izin verildiği, ama hükümet olduklarında onlara seçmenin değer, talep ve beklentileri yönünde veya kendi uygun buldukları şekilde temel ve kritik iç-dış politikaları değiştirme ve belirleme fırsatının tanınmadığı (yani hükümet olabildikleri ama iktidar olamadıkları)… bir siyaset sahnesi. İşte bunun adı vesayet sistemi oldu.

 

Genel iradeci anlayış, seçmenin, çoğunluğun tercihlerinin sahici anlamda politikayı belirlemesine izin vermeyerek, demokratik bir rejimin temeli/tabanı olan çoğunluk ilkesini, çoğunluğun yönetim hakkını tanımadı.

 

Halk, niteliği, daha doğrusu “niteliksizliği” sebebiyle doğru tercihler yapamayacak; demokrasinin demagogları olan  “güvenilmez ve çıkarcı siyasetçi”lere kanacak ve/ya büyük devlet meselelerine kafası basmayacak edilgen bir kitle tanımına hapsedildi.

 

Çoğunluk ilkesinin karar alma ölçüsü olarak kabulü, oligarşinin keyfi iktidarını sınırlamak veya engellemek anlamına gelecekti. Devletin ve ülkenin asıl sahibi olarak kendini gören bu oligarşi, çoğunluğun kararlarına uymayı reddetti. Görünürde demokrasi, esasta vesayetçi bir sistem ile, bu sorunu uzunca bir süre yönetebildi.

 

Sözde büyük idealler ve kutsal amaçlar uğruna, yani ülkenin birliğinin (kozmopolitliğe karşı gayrimüslimlere ve Alevilere baskı yoluyla), laik cumhuriyetin (irtica ve şeriata karşı dindarlara ve İslamcılara baskı yoluyla) ve devletin bütünlüğünün (bölücülüğe karşı Kürtlere baskı yoluyla) korunması uğruna, demokrasinin zemini olan çoğunluk ilkesini çiğnediler.

 

Keyfi yönetimlerinden vazgeçmeyi reddettiler.

 

İşler ters gitmeye başlayınca ve nihayetinde iktidar/devlet “gericilerin” eline geçince, birden bire demokratik özgürlüklerin ve iktidarların sınırlanmasının önemini keşfettiler.

 

Sanırım gerçek aydınlanmayı tam da o zaman yaşadılar!

 

 

- Advertisment -