Ahmet Hakan 29 Mart’16 Çarşamba akşamki programında Ensar Vakfı Karaman skandalını konu etti. Ortada birbirinin rakibi iki gerçeğin olduğu anlaşılıyor. Biri resmiyetin, evrakların, belgelerin gerçeği, diğeri orada yaşanmış olan gerçek.
Ahmet Hakan tecrübeli, şuurlu, aklı başında bir programcı. Programına manşet yaptığı tarafsızlığı gazetecilik etiği bellemiş, gözetmeye çalışıyor. 29 Mart’16 Çarşamba akşamı tartıştırdığı Ensar Vakfı skandalı; programından anladığım kadarıyla şöyle özetlenebilecek bir seyir izlemiş: Devlet muhtemelen kentsel altyapı hizmetlerine uzaklığı koşullarında işletme maliyetlerinin yükselmesi ve öğretmen bulma zorlukları nedeniyle köy okullarından tasarrufa gitmek üzere bazılarını kapatmış. Nedeni ne olursa olsun belli süre eğitilmeyi “zorunlu” kıldıktan sonra, çocuk bedenleriyle ulaşılabilir okullar yapmayıp, onları hayata yasal prosedürlerle problemli şekilde başlatma riskiyle başbaşa bırakmanın saçmalığını “ceberrut devlet” tanımını hatırda tutarak bir kenara koyalım.
Hal böyle olunca okuldan mahrum köylüler, çocuklarını yakınlarındaki okulu olan kent ve kasaba okullarına yazdırmaya zorlanmış. Anadolu’nun çoğu yöresinin yerleşme ve ulaşım örüntüsü kasabalarla köyleri arasında metropollerdeki gibi bir ulaşım servisi hizmetinin düzenli şekilde verilmesine elverişli olmadığından çocukların ev-okul arası günlük transferi yapılamayıp, çocukların okul olan kasabalarda düzenli geceleme ihtiyaçları doğmuş. Köye okul yap[a]mayan devlet, kasabaya da yurt yap[a]mamış ve devreye sivil toplum girerek çocukların düzenli geceleyebileceği yurtlarla ihtiyacı gidermeye koyulmuş. Tabii yatılı çocukların kitle halinde barınması düzenli bakım odaklı profesyonel bir servis hizmeti de demek, çünkü onlar zaten kendilerine yeter hale geldiklerinde çocuk olmaktan çıkıp adı üstünde “yetişkin” statüsüne yükseliyorlar.
Öte yandan “pedofili” diye adı konacak sıklıkta ve farklı toplumlarda karşılaşılmış çocuk tacizi eğilimi diye bir olgu da var. Çocuklarla büyükleri eş-dost-akraba gözetimi dışında biraraya getiren ortamlar bu eğilimin kuvveden fiile; ihtimalden vukuata dönüşmesini mümkün kılabiliyor. Konya’nın Karaman ilçesinde bütün bunların örtüştüğüne ilişkin emareler çıkmış ortaya. Düzenli istismar iddia ve söylentileri ayyuka çıkmış.
Baştan söyleyeyim, daha iyi denetlenip, hizmetli statüleri norma bağlansın diyecek değilim, çünkü negatif insani eğilim tespitiyle ayıklamaya tâbi kılınacak bir istihdam politikasının baskıcı bio-iktidar dışında uygulaması olmadığını bilecek terbiyeden geçtim. Negatif bir eğilime yatkınlığı olmadığını ispatlamanın güzel sanat akademisine istidatlı olduğunu kanıtlatan akademiye giriş sınavıyla benzerliği olmadığının
farkındayım.
Mesele de zaten Ensar Vakfı ile vakfın ideolojik angajmanına rakip pozisyonlar arasındaki denge değil. Ahmet Hakan yönettiği program boyunca denge gözettiğinin kanıtı diye sorup duruyor yanıtlayamayacağı baştan belli konuklarına: “Vakfı arayıp sordum, yetkilileri arayıp sordum…”, “Sonuç hep aynı..Ensar’ın Karaman’da yurdu yokmuş.”, “Olmayan yurtta istismar nasıl olur?..” Konuklarına aşinalığım olmadığından Hakan’ın safdilliğine şaşmakla yetiniyorum. Çünkü ortada birbirinin rakibi iki gerçeğin olduğu anlaşılıyor. Biri resmiyetin, evrakların, belgelerin gerçeği; diğeri de orada yaşanmış olan gerçek. Dava konusu iddia ve savunmaları geçersek; belli ki anlattığım sosyal arka-plan koşullarında çaresizlik içinde belgesine, kaydına-kuyduna bakmadan üstünkörü bir intiba ve konu-komşu izlenimiyle çocuk teslim edilmiş bir vakfın yurdu söz konusu. Öyle ya, aynı şey değilse de kaldığımız otelin resmi evraklarını da kontrol etmiyoruz. Adı-sanı, tabelası, lobisiyle o kentsel örgütlenme örüntüsü içinde varolmasını meşruiyetinin teminatı sayıyoruz. Ancak hayatın bu muğlaklıkları ertesinde takınılabilecek tutum ne üstesinden gelinemeyecek kadar çetrefil, ne de dolaylı muhattaplar olarak biz o kadar çaresiziz. Ensar vakfı ile mağdur avukatları ve savci iddianamesi arasındaki tarafsızlık oyunlarının çekim alanına sıkışmayıp, dikkatleri devletin belgeleriyle sivil hayatın görünen yüzü arasındaki kapanması imkânsız boşluğa çevirmekten başka çare yok.
Maden ve inşaat kazalarında da böyle olmadı mı? Her seferinde yetkililere sorulmadı mı? Madenin veya şantiyenin/tersanenin denetim raporları, güvensizliğinin kaydı var mı?.. Yoksa ya da varsa sorun da yok.
Foucault okuduğumdan beri şöyle bir muhtemel kurguya takılmışımdır: Ücra bir köşede bir köylü çocuğunu nüfusa kaydettirmeden büyütse, çocuk hısım-akraba, konu-komşu, eş-dost büyürken, bir gün kimliksiz yakalanıp resmi daireye düşse ne olur? “Yahu bakın ben varım, capacanlı ortadayım işte! Tanıdıklarım da tanıklık eder geçmişimle birlikte varlığıma!..”: Çocuk-artık yetişkin mi haklı olur? Yoksa resmiyet mi? O şahıs varolur mu? Olmaz mı?
İşte Michel Foucault’un işaret ettiği devletle bireyin, demokratik kazanımlarla kısmen yenir-yutulur kılınsa da telafisi olanaksız dramatik ilişkisi.
Değerli Yıldız Ramazanoğlu’nun ilgiye şâyan misyonuna katkı niyetine, bizde “Merhaba Dünya” adıyla oynamış Peter Sellers bedeni ve zekâsı eşliğinde çetrefillikleriyle beraber işlenmiş konunun başyapıtını da anmış olayım.