Ana SayfaYazarlarHomo Politicus'un yükselişi

Homo Politicus’un yükselişi

Çarşıda pazarda herkes siyaset konuşuyor. Bugüne dek görmediğimiz ölçüde tuhaf ve gergin bir seçim sürecinden çıktık ve artçı dalgalar sürüyor. Ortega y Gasset uzun zaman önce şöyle yazmıştı: “Fikirlerinin doğru olup olmadığı insanı endişelendirmez, o fikirleri varlığına bir siper, gerçekliği korkutup kaçırmak için bir korkuluk olarak kullanır.” Politikanın bu kadar yaygın bir biçimde gündelik hayatımıza tasallut etmesi, bana hep bir varlık savunusu olarak görünüyor. Bu yönüyle siyaset konuşmak “içsel vatansızlık” hissimizi iyileştirerek bize üzerinde serbestçe yürüyebileceğimiz bir vatan sunuyor. Ruhun en derin yaralarıyla yüzleşmek yerine, bir futbol takımı tutar gibi parti tutuyor, siyasi mücadeleyi varlığımızın en önemli rüknü haline getiriyoruz. Hayatın insan ruhunda açtığı oyukların, günübirlik siyasetin pansumanıyla iyileşeceğini sanıyoruz. Siyaset  de endişeleri tetikleyerek, kendisini bir varlık savunusu haline getirerek, kitleleri harekete geçiriyor. Coşkuyla oy vermeye giden insanlar, seçtikleri partiyle kendi varlıklarını da emniyete aldıklarını hissediyor. Duygular düzlemindeki bu yoğunluk; toplumların da bir belleği olduğu, onların da hatırlayabildiği gerçeğinden besleniyor.Bu ülkenin tarihinde siyasetin, rasyonel bir pratik olmaktan ziyade, geçmişin hayaletleriyle sahneye konan bir duygu ve aidiyetler savaşı olduğunu görüyoruz. Çünkü toprağa verilmiş olduğu düşünülen, aslında diriyken gömülmüştür. Hayatın içinde onun nefesini hissediyoruz. Tarih bugünün içinde yaşıyor ve sırtımızı yasladığımız bir istinatgah olarak hükmünü yürütüyor. Sırtımızı yaslamak istediğimiz duvar, yani değerler dünyamız yıkılmak istenirse endişe sökün eder. Endişe daima safları sıklaştırır ve siyaset ateşini canlandırır.Metafizik yurtsuzluk1950’li yıllarda psikanalistler psikopatoloji de önemli değişiklikler bildirmeye başladılar. Bu değişiklik Martin Buber’in “metafizik yurtsuzluk”, Berger’in giderek daha yaygın bir anomi olarak adlandırdığı sosyokültürel değişime işaret ediyordu. Daha önceki dönemlerin nispeten daha yapılandırılmış kişiliğinde görülen nörotik belirtilerin yerini yabancılaşma ve boşluk almıştı. Postmodern durumun bu tipik ıstırabı, Lasch tarafından “zamanımızın narsistik kişiliği” olarak isimlendiriliyordu. Artık sadece anne ve baba değil daha geniş kültür de tutma/muhafaza etme işlemini yerine getirmiyordu. Bazı bakım vericilerin çocukta temel güven, tutarlı benlik veya ontolojik güvenlik oluşturma konusunda daha başarılı olması gibi, kimi toplumlar da üyelerine daha tutarlı bir dünya görüşü, bir güven ve aidiyet duygusu, bütünsel bir anlam ve değer sistemi sunabilir. Bu duygu kişisel kimliğin ve toplumsal düzenin temeli olacaktır.Hızlı toplumsal değişim ve bunun sonucunda oluşan yaygın “kültürel yurtsuzluk” ve anomi yaşayan bir toplumun üyelerine anlamlı bir kimlik sunması zorlaşır, böylesi durumlarda bireyler bir kimlik karmaşasına tutulur ve yalnızlık, anlamsızlık, dağılma, yaygın endişe ve çöküntü hisseder. Batı toplumlarında ilerlemeye duyulan seküler inanç; iki dünya savaşı, çevre tahripkarlığı vb. sebeplerle, yerini toptan bir nihilizme bırakmış; insanın faniliğiyle mücadelesi Steiner’in ifadesiyle bir tür “mutlak nostaljisi”ne dönüşmüştür. Bu durumda postmodern kişiliğin temel ruhsal zorluğu; yapılandırılmış bir benliğin birbiriyle çatışan parçalarını muhafaza etmek değil, daha ziyade, tutarlı ve bütün bir kimlik duygusunu sürdürmektir.Türkiye toplumunda siyasetin güvenlik arayışına ve güvenlikle ilgili endişelere verilmiş/bulunmuş bir cevap olduğunu sanıyorum. Siyasetçilere yakıştırılan “baba” imgesi bir duygusal yakınlık arayışını gösterdiği kadar, gölgesinde güvenlik bulduğumuz bir figürü de imliyor. Türkiye’nin yakın tarihi “devlet baba”nın kimi evladını hırpalarken, kimini tercihe şayan bir statüye yerleştirdiği ve cezaevlerinde, üniversite önlerinde, işkencehanelerde hırpaladığı üvey evladın ontolojik güvenlik hissini alt üst ettiği bir tarih. Biz bu tarihin yasını bugün tutuyoruz. “Bastırılmış olanın geri dönüşü” diyor Freud.Toplumsal kutuplaşmaTürkiye farklı toplumsal kesimlerin birbirini hasım bellediği, kimi toplumsal mühendislik senaryolarıyla sinir uçlarının kaşınarak gerilim üretildiği, hatta insanların grup aidiyetlerini ve ideolojik kimliklerini zırh gibi kuşanarak sokaklarda birbirini boğazladığı dönemlerden geçti. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-dindar kimlikler üzerinden iflah olmaz karşıtlıklar üretildi. Bu gerginlikler üzerinden büyük kitleler birbirine karşı kışkırtıldı ve siyaset dışı odaklar deyim yerindeyse bu gerilim hatlarından ekmek yedi. Hatta yurttaşlar karşısında eşit bir mesafe gözetmesi gereken devlet bile bu gerginlikte taraf oldu ve kendisine sürekli iç düşmanlar üretti. Bugün bu fay hatlarında biriken enerjinin toplumun basireti tarafından büyük ölçüde soğurulduğunu söyleyebilirim. İnsanlar gündelik hayatın içinde kimlik ve aidiyetleri yüzünden bir başkasına açık bir saldırganlık göstermiyor. Yakın zamana dek (kimileyin devlet eliyle) horlanan kimlikler, kolaylıkla kendilerine bir ifade alanı bulabiliyor. Baskılanmış iç dünyalar, ürkeklikten sıyrılıyor. İnsanlar dış dünyada, baskıcı bir güce benzemek zorunda kalmaksızın, kendilerine doğrunun ne olduğunu dayatan bir sesi duymazdan gelerek, oldukları gibi temsil edilmek yönünde taleplerini dillendiriyor. Kuşkusuz her toplumsal kesim kendi biricikliğini hissetmek istiyor. “Bazı yurttaşların daha az eşit” olduğu bir geçmişten sonra bunun önemli bir kazanım olduğu söylenebilir. Peki o zaman bu kutuplaşma neyin nesi?Biz ve onlarGrup psikolojisiyle ilgili çalışmalar insanların çoğu durumda kendilerinden saydıkları kişilere karşı daha hoşgörülü olurken, kendilerine hasım saydıkları grupların üyelerine karşı acımasızlaştıklarını gösteriyor. Öteki saydığımızın günah ve kusurlarını zihnimizde büyütüyor, ancak kendi grubumuzun zaaf ve kusurlarını sıklıkla görmezden geliyoruz. Grup dinamiği özellikle tehdit algısıyla birlikte yoğunlaşıyor ve saflar sıklaşabiliyor. Ötekinin muhtemel zaferini kendi varlığımıza yönelik bir tehdit olarak algıladığımızda, grup-içi dayanışmamız en üst seviyeye ulaşıyor. Bu durumda “biz”im olumlu değerleri bünyemizde topladığımızı ve bizi tehdit eden “onlar”ın da insanlık adına olumsuz olabilecek bütün değerleri temsil ettiğini düşünmeye başlıyoruz. Öteki saydığımız kişi bizim saflığımızı ve biricikliğimizi tehdit eden bir hasım haline geliyor. O artık bir yabancı ve bir ötekidir ve bizim aziz bildiğimiz değer ve inançlar için bir tehlike teşkil etmektedir. Ötekine duyduğumuz öfke ve nefret benliğimizin idaresini ele alır ve onun galip gelme ihtimali, ruhumuzu korku ve kaygıyla doldurur.Mutlak nostaljisiSiyasetin  insanların güvenlik arayışına bir cevap olarak mutlak hakikatin sözcülüğüne soyunması ve sokaktaki insanın da -tarihsel nedenleri olan bir endişeyle- buna tutunması, bana ürkütücü geliyor. Geçmişin erdemli kahramanının, Kierkegaard’ın ifadesiyle “iman şövalyesi”nin yerini; endişelerimizden ötürü,bir çocuğun babasının paçasına tutunduğu gibi tutunduğumuz politikacı alıyor. Ona taşıyamayacağı kadar ağır bir yük yüklüyoruz, ondan ve siyasetten varoluşsal kaygımıza ilaç olmasını bekliyoruz. Oysa hayatın içinde  o kaygıyı tırmandıran ve bizi yurtsuz bırakan başka şeyler oluyor. Türkiye büyük sosyal felaketlerin kıyısından geçiyor, gençlerde bir anlamsızlık salgını var, nihilizmin kol gezdiği bir dünyada çocuklarımıza değer aktarmakta zorluk çekiyoruz. Takım amigoluğuna benzeyen siyaset yazarlığı siyaseti yüzeyselleştiriyor, nefret  ve kutuplaşmayı tırmandırıyor. Büyük şehirlerimiz rant kapısı haline getirildi ve son yeşillik de yok edilinceye kadar betonla dolduruluyor. Şehirlerimiz; madde bağımlılığı, yabancılaşma, mutsuzluk ve suç üretiyor. Büyük anlatıların ortasında insanı kaybediyoruz. Siyasetin bizim gönlümüzü okşamaktan, arkaik endişelerimize seslenmekten öte bir işlevi olmalı artık. Endişelerimizi kışkırtarak bizi kendi saflarına çağırmak yerine, bize güven ve mutluluk vermeli. Yurtsuzluğumuzu iyileştirecek, ruhumuzun en derin yaralarına şifa olacak imkanlarla buluşmamıza önayak olmalı.Politik insanın yükselişi, ruhun ihtiyaçlarına karşı bir korkuluk, bir siper olmasın. Öteki tarafından ele geçirilme ve yok edilme korkumuz, onunla ilişki kurma arzumuzu gölgelemesin. Birbirimizi sevmeye ihtiyacımız var. İnsan insanın kurdu değildir bizim irfanımızda.İnsan insanın yurdudur.

- Advertisment -