Geçen haftaki Yeni bir felâket davetiyesi başlıklı yazım, müsbet ve menfi mânâda birçok tepki aldı. Tartışmayı sürdürmenin faydalı olduğunu düşündüğümden, bıraktığım yerden devam etmek niyetindeyim.
İlkesel olarak şiddete karşı olmak bir yana, bugün siyaseten üzerinde durulması gereken hayati soru şudur: PKK’nin “devrimci halk savaşı” ya da başka bir afili slogan altında şiddet eylemlerine yönelmesi, ne gibi sonuçlar üretir? Bir şiddet dalgası kimin işine gelir? Bombalar patladığında, insanlar yaşamlarını yitirdiğinde bundan kim istifade eder?
Üç noktaya işaret edilebilir bu çerçevede.
Güçbirliğine dayanan güvenlikçi devlet anlayışı
Birincisi, PKK’nin şiddetine devletin çok daha fazla bir şiddetle cevap verecek olmasıdır. Silâhların konuşmaya başlaması, devletin bütün güçleriyle toplumun üzerine gitmesinin zeminini oluşturur. Türkiye’de hem sağda hem solda geçerli olan ve farklı siyasi tarafların güçbirliğine dayanan güvenlikçi bir devlet anlayışı var. Zaman zaman siyasilerin bundan şikâyet ettiği görülür. Lâkin bir tehlike ile karşı karşıya olunduğuna dair bir düşünce kuvvetlendiğinde, bu itirazlar ya silinir ya da hissedilmeyecek derecede silikleşir ve bu devlet anlayışı bütün kudretiyle devreye girer.
2015’ten sonraki süreçte yaşananlar, bu güvenlikçi anlayışının nelere kadir olduğunun anlaşılması bakımından önemli ve öğretici. Hak ve özgürlüklerin budandığı, çoğulculuğun üzerine perde çekilip herkesin her alanda tektipliliğe zorlandığı, her meşru talebin “beka” tehdidi ile susturulduğu bir dönem yaşadı, yaşıyor Türkiye. Olağanüstü hal, iktidarın içte ve dışta izlediği bütün politikalara bir nevi dokunulmazlık kazandırıyor. İktidar, herkesi arkasında hizaya girmeye mecbur bırakan bu halden çıkmak istemiyor.
Şimdi zayıf da olsa bundan çıkmanın yollarını arıyor. Hiç şüphe duyulmasın; şiddet yükseldiğinde bütün bu yollar kapanmış olur. Şiddet, her sorunun bir güvenlik sorunu olarak sunulmasına yol açar, siyasi ve hukuki alanları daraltır ve fiili olarak iktidara aşırı güç bahşeder. Dolayısıyla şiddet, normalleşmenin önünü keser ve iktidarın arzusuna uygun olarak olağanüstü durumun devamına hizmet eder.
Enerji içeceği gibi milliyetçilik
İkincisi, milliyetçiliğin yükselmesidir. Milliyetçilik, Türkiye’de bütün siyasi duruşları kesen bir ideoloji; bu itibarla her partinin hem tabanında hem de söyleminde belli miktarda bir milliyetçiliğin olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, bilhassa AK Parti’yi destekleyen muhafazakâr-dindar kesimlerde milliyetçiliğin bu denli abartılması, bu kesimin büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda, son derece rahatsız edici ve tehlikelidir.
Türkiye’de milliyetçilik, Kemal Can’ın yerinde tesbitiyle, “bir enerji içeceği” gibidir. Kısa vâdede kitleleri harekete geçirir; bir süre sonra kitlelerin harareti diner ama uzun vâdede yerini kalıcı hasarlara bırakır. Bu bağlamda, PKK şiddeti ile keskinleşecek bir milliyetçilik, Türkiye’de demokrasiyi havasız bırakmanın yanında, Kürt meselesine de iki taraflı tesir eder.
Bir taraftan, genelde anti-Kürt bir havayı hâkim kılar. Kürt karşıtlığının büyümesi ise otoriterliği normalleştirir. Kürtlerin taleplerini görmezden gelmek ya da reddetmek için geliştirilen yöntem ve söylemler, herkese kabul ettirilir. Kürtlerin siyasi ve sosyal alanını sınırlamak için getirilen yasaklar ve baskılar, diğer kesimlere de sirayet ettirilir. Böylece Kürt karşıtlığı üzerinden spontane bir otoriterlik üretilmiş olur.
Diğer taraftan ise, özelde HDP’yi kriminalize eder. PKK’nin imzasını taşıyan her eylemin faturası HDP’ye çıkarılır. HDP’nin içine alındığı siyasi ve hukuki kıskaç daha da daraltılır. Dolayısıyla şiddetle yaygınlaşacak anti-Kürt algısı hem mevcut problemi daha da derinleştirir, hem de siyasi alanda çözüm arama ve faaliyette bulunma olanağını çok zayıflatır.
İktidarın krizi
Üçüncüsü, AK Parti-MHP ortaklığı bugün iki yanlı bir kriz yaşıyor. Bir yandan, iç ve dıştaki sorunlara çözüm üretme ve vatandaşı buna ikna etme kapasitesi azalıyor. Daha önce gündem belirleyen ve tabanını etrafında tahkim etmede herhangi bir güçlük çekmeyen AK Parti’nin yerinde bugün yeller esiyor. Meselâ Kanal İstanbul veya Libya’ya asker gönderme gibi konularda iktidar, bırakın diğer partilerin seçmenlerini, kendi seçmenlerini ne tatmin edebildi ne de harekete geçirebildi. Yani iktidar, bu dönemde artık eskisi gibi kendi bakış açısını toplumun çoğunluğuna kabul ettiremiyor.
Diğer yandan ise, iktidarın büyük ortağı AK Parti’de ciddi bir hareketlilik var. İki yeni parti doğdu AK Parti’den. Davutoğlu’nun Gelecek Partisi kuruldu, Babacan’ın partisinin ise eli kulağında. Her iki siyasi aktör de Kürt meselesinde, iktidarın mevcut yaklaşımından farklı bir yaklaşım sergiliyor. Örneğin Davutoğlu’nun parti programında; anadilin öğretilmesi ve kullanılmasından daha kapsayıcı bir vatandaşlık anlayışının geliştirilmesi ve yerel yönetimlere mümkün olan en fazla yetkinin verilmesi savunuluyor.
Babacan’ın demeçlerinde de benzer bir yaklaşım söz konusu. Son olarak Şirin Payzın’a verdiği mülâkatta Babacan, “Demirtaş'ın temsil ettiği siyasi çizginin önü ne kadar açık olursa, siyaset içinde olursa Türkiye için o kadar faydalıdır” diyerek iktidardan tamamen ayrı bir noktada durduğunu gösterdi. İktidarın “Kürt meselesi yoktur” dediği bir zamanda bu ifadelerin kullanılması, hem Kürt meselesinin bu şekilde gündem taşınması hem de bu mesele etrafında farklı işbirliği ağlarının örülmesi bakımından değerlidir.
İktidarın değirmenine su taşımak
PKK eğer şiddeti artırma yoluna giderse, siyasi alandaki bu çoğullaşmanın, tartışmaların ve arayışların önüne de set çekmiş olur. PKK’nin silâha abanması, AK Parti-MHP birlikteliğine iki türlü fayda sağlar. Biri, sorunları bir hal yoluna koyamayan ve alternatif siyaset de üretemeyen iktidarın, şiddeti bu krizinin üzerine örtmek için kullanacak olmasıdır. Diğeri de şiddetin, içte ve dışta Kürt meselesini salt bir terör parantezine sıkıştırmak isteyen iktidarın siyasetine su taşımasıdır.
Velhasıl bugün PKK’nin şiddetinden en fazla zararı Kürtler görecek, siyaseten en fazla faydayı da iktidar sağlayacaktır.
Bir başka deyimle, PKK’nin şiddete başvurmasının anlamı iktidara can simidi atılmasıdır, başka bir şey değil.
(*) Kürdistan 24, 08.01.2020