Yaşadığımız dünyanın ve bizim iktidarın neo-liberalliğinden özetle yenilenmiş kapitalizmin sorunlarından sözedilmesine alıştık. Ama en azından bizde mala-mülke el konması gibi kapitalist etiğe aykırı bir damar da çalışıyor. Mülkiyetin kutsallığı konusunu geçelim, ama kim ve ne kadar olursa olsun bir kişinin ve ailenin biriktirdiği maddi değerler, sağlayacakları refah kadar hatıralarıyla da onların hayatlarının parçasıdır. Mala-mülke el koymak geçmişlerinin de çalınmasıdır.
Marksizmin ekonomik imkan ve sosyal statü bakımından zayıf kesimlerin ideolojisi ve siyaset anahtarı olduğu malum. Pek dile gelmeyen bir işlevi de kolaylıkla şahsi hasete ve eşitsizliklerin işaretlerine yönelebilecek vahşi dürtüleri eşitsizliklerin ve çekilen çilelerin kaynağındaki ilişkilere yönlendirerek, siyasileştirip/sosyalleştirip disipline etmesidir. 6-7 Eylül 1955 olayları tipik örneğidir. Yoksul insanlar ulaşamadıkları malları barındıran vitrinleri, etnik motiflerle de azdırılmış bir hınçla yağmalarken kendi hayatlarına değer katacak bir şey de yapmıyorlardı. O malları muhtemelen evlerine götürüp kullanamadılar, satıp parasını yiyemediler. Hayatlarındaki zaafların acısını o mallardan çıkarmış oldular o kadar.
Alternatifi yaklaşık onbeş yıl sonra gelecek yine çift günlü 15-16 Haziran’dır. Arada sosyalist hareket TKP illegalitesiyle sınırlı olmaktan çıkıp TİP’le meclise kadar taşınmış. Devrimciliği ismine taşımış sendikal hareket DİSK ile bir sınıf hareketine dönüşmüş, Dev-Genç’li öğrenciler sosyalizmi Anadolu kırsalına kadar taşımış; kısacası Marksist sosyalizm bir sosyal harekete dönüşmüştür. Asya yakasındaki fabrikalardan Ankara asfaltına Avrupa yakasındakiler Londra sfaltına çıkarak eşi görülmemiş bir kitlesel gösteriyle şehre doğru yürüyüşe geçmiştir. Çoğunluğunun gecekondu koşullarında yaşadığı malumumuz bu kitlenin somut mal-mülkle, vitrinlerle ve arabalarla alıp-veremediği olmamış, kitlesel güçleriyle teçhiz edilmiş bilinç-eşiklerini ele-güne göstermişlerdir o kadar. Tek tek hepsinin değilse de en azından liderlerinin zihnin de ulaşılamamış mallarla değil, kendi hayatlarını daraltan ilişkilerle meşgul olduğunu kestirmek zor değil.
Şöyle bir senaryoyla da anlatmam mümkün kastettiğimi. Otobüste tıklım-tıkış giden kıt-kanaat yaşayan birisinin yanlarından geçen cipin içindeki hali-vakti yerinde kişiye ve cipine duyduğu hınç. Hayatının sorunlarını o tesadüfi karşılaşma ânı dışında hayatına değ-memiş[meyecek] birinin üzerine yıkılarak onlara yabancılaşılmasıdır olsa olsa.
Şimdiki durum daha farklı olduğu ölçüde tehlikeli de, çünkü pini koparmış plepler değil malı-mülkü fetişleştirip hıncını ondan alanlar. Devlet gücüyle hareket eden siyasi iktidar sözkonusu. Bir şirket de bir artı-değer üretme potansiyeli kadar, -en azından- yanı sıra bir siyasi parti veya sivil kuruluş kadar bir sosyal örgütlenme imkanıdır ve şirkete el koyma/kayyum atamanın parti kapatmaktan farkı yoktur.
Son zamanda iş bunu da aştı. Artık iş dünyasıyla ve mal-mülkle doğrudan ilişkisi olmayan aydınlar da mallarına el konarak cezalandırılıyor.
En son Hilmi Yavuz, Şahin Alpay, Ali Bulaç, Mümtaz’er Türköne, Ekrem Dumanlı, Bülent Keleş’in malvarlıklarına el konmuş.
Hilmi Yavuz’u şahsen de tanırım, eşi-dostu, öğrencileri ve kitaplarıyla mütevazi bir hayat sürmüş bir aydından başka biri değildir. Şahsen tanımak da şart değil, diğerlerinin de öyle oldukları belli, okuyup yazarak, anlatarak elde edilmiş bir birikime el koymak her türlü sınır aşımını göze alan kör bir düşmalıktan öte ne olabilir? Yazma, konuşma koşullarını ortadan kaldırmakla yetinmeyip, maddi yaşama da hasar vermeye çalışılmış oluyor. AKP kapitalizm içinde görüldüğünden sınır ihlalleri söz konusu olduğunda, hep faşizme meylettiği düşünüldü. Oysa özellikle de aydınların mal-mülklerine el koymakta Marksist sosyalizmi zihinsel/vicdani disiplinlerinden boşaltıp araçsallaştıran Stalinizmin izlerini görmek mümkün . Stalin zamanında devrim olup bitmiş ve refahına hınç duyulacak mal-mülk sahibi kalmamış olduğundan o bastırılmış hınç aydın düşmanlığı olarak tezahür etmişti. Hilmi Yavuz vd.’nin mütevazi yaşamında haset duyulacak bir maddi refahları olmadığına göre, vücut dillerine sinmiş bildiklerinin fazlalığı göze batmış olmalı. Aydın düşmanlığıyla fikir ve kanaat yasaklarını birbirine karıştırmamak gerekir.
Bir arkadaşım kıskançlıkla haset arasındaki farkı şöyle anlatmıştı: Kıskanan, kendinden fazla öteki gibi olmak ister; haset eden ötekinin de fazlası olmasın ister. Biri ötekinin seviyesine çıkmaya özenirken, diğeri öteki kendininkine insin istermiş. Hırsızlık kıskançlığı çağrıştırırken, mala-mülke el koyma haseti düşündürüyor. Evine-barkına el koyayım da bakalım hala öyle rahat rahat konuşup boy gösterebilecek misin?