Ana SayfaYazarlarSevgili Dağlarca,

Sevgili Dağlarca,

 

Son dönemlerinizde çağırdığınız ölüm sizi teslim alalı,  sekiz yıl oldu.

 

‘Yaşamaktan yoruldum’ derken bile, yurdunuzu, dilinizi, şiiri sevmekten yorgun düşmemiştiniz. Diziniz ağrıyordu, İdil sorunca geçiyordu, zaten ‘hayat ayakla gelip, ayaktan gidiyordu'.

 

Daha ne koğ’lar edecektik, İdil’le ne oyunlar kuracaktınız, yüzüme karşı beni çekiştirecektiniz…Çok konuşup, çok pişirip/ yiyip,  çok yazarak sizi sinir etsem de, şarkı söylediğimin hatırına beni bağışlıyordunuz… Söyleyerek yazdırdığınız şiirlerinizi okutacaktınız bana, sonra da fısıldayacaktınız, ‘biliyor musunuz hanımefendi, geceleri bir ses söylüyor bunları kulağıma, kalbime, bana da aktarması düşüyor…'

 

Öyle olmadığını biliyorduk, şiir perilerinin , o en büyük san’atkarın buyruğuyla size torpil geçtiğini de biliyorduk…

 

Sekiz yıl önce, 15 Ekim günü öldünüz.

 

1914 yılının 26 Ağustos’unda doğmuşsunuz, bana sorarsanız şiirin Ş’si ömrünüze mührünü vurduğunda doğdunuz..

 

Toplumculuğunuzun temelinde insana ve onun yapıp çattıklarına, hayata saygı var.

 

Kimselere öykünmeden, imrenmeden, öykünüp imrenilesi bir ömür sürüp, öyle öldünüz.

 

Son dönem sızılarını saymazsak elbet…Diz sızıları, kalp sızıları, ülkenin sızıları…

 

Ağrınız azıcık eksileydi bari, diye sorduklarımın birinde, ‘çok ağrıyordu hanımefendi, ama, siz sorunca, geçti …’ dediydiniz. İncelikler…Kimbilir? İdil’in torpilinden olabilir…

 

Sözüm, bilmeyenlere. Bu mektubu size gönderemeyeceğim için, köşemde yazıyorum, okurlara anlatıyorum, siz zaten biliyorsunuz,olancasını…

 

Onurunuza toplanıldığında, ne götürsem tasasına düştüğümde, ‘Şebboy çiçeği götürsene’ dediydi küçük kızım.’Koskoca Dağlarca’ya Şebboy mu?’ demiş, getirmemiştim.Yolum üzre Şebboycu mu vardı zati, Istanbul cangılında?Sonra yanınıza gelip, bunu anlattığımda, ‘ne iyi olurdu getireydiniz,çocuk haklı…’ deyince, ben n’ooldum, budayıp indirdiniz beni…’Sizi gördüğüme de inanmaz şimdi o…’ diye yüksek sesle düşününce, küçücük bir kağıda ‘Gördü…’ yazıp, imza atmıştınız.

 

Şimdi arayıp duruyorum, bence burcu burcu Şebboy kokan  o minicik kağıdı, binlerce kitap ve üç bavul evrak içinde, yok, saklanıyor.

 

İdil beş yaşında ana sınıfındayken, öğretmeni sizden ‘rahmetli’ diye sözetmiş, eve geldi, bunda bir ağıt…Koskoca öğretmen bilmiyormuş, sizin yaşadığınızı. E bari gidelim de kendin söyle, dedim, tamam dedi,  üstünde okul önlüğüyle evinizin altındaki kahveye geldik.Tabii onca yolu gelesiye bizimki uyudu, yaka düğmesi de kopuk, yanaklar olmuş elma…Üstünde çiçeğiyle bi masanız vardı kahvede,masa üstüne uzattık onu.Siz oyunu bitirip geldiniz. Elini kağıt üzre koyup, çizdiniz, avuç içine de ‘Bu eller miydi, Allah’a uzanan?  Asu adlı şiirimden…’ diye yazıp, tarih atıp imzaladınız.

 

Onu da nasıl sımsıkı sakladık, hala bulamıyoruz…Elma dersem çık, armut dersem çıkma, elmaları umursamıyor ikisi de…

 

Ey hazirun, ben size Dağlarca’yı nasıl anlatayım?Binbir kalbi ve gözü vardı, bin yıl yaşadı, on yüz bin milyon şiir söyledi, bin kere ödül

lendirildi, bin yıl yaşayacak, Türkçe konuşan son kişi yaşadığı sürece…Açın, okuyun, şiir kitaplarını okuyun, ömür kitaplarını değil…

 

Bir gün, arada bir yaptığınız gibi, eve telefon ettiğinizde oğlum açtı, ‘ bahçede oyun oynuyor, beklerseniz çağırayım’ yanıtı verip,  kendi kendine söylendi, ‘adamın biri beni işletti sanırım, İdil’i istedi, kimsiniz deyince de, ‘Dağlarca’ dedi…’ Hadi bakalım, gelin de anlatın…

 

İdil 5’indeydi, siz 85 ne güzel arkadaş olduydunuz…Size mektup söyledi, ben yazdım.Okuyup yazmayı öğrenme arefesinde ‘anne, canım Dağlarca nasıl yazılır, ona mektup yazıcam da…’ derdi.

 

İşte çember, direk, yarım hilal diye biz buna harfleri söyler, o da  yazardı. Yazarken, kan ter içinde kalır, minik parmakları yorulur, ‘tamam, bu kadar yeter, zaten uzun bile oldu, bak mektubumu okuyorum: Caa-nım Daaa-laaar-caa’ derdi.

 

Bu kendi yazdığı tek tümcelik mektuplar, onun söyleyip  bizim yazdıklarımız, sabun, tarhana, kekik, lavanta, balon, kalem, gofret, sakız, onun sevdiği ve sizin de sevdiğinize inandığı, alıp getirdiği ne varsa, şimdi hiçbir şey olmayan evinizde, diğer eşyalarınız ve kitaplarınızla birlikte rehin…Bana sorarsanız, ay ve yıldızlar bile rehin, çünkü oranın ‘Dağlarca’nın Gökyüzüsü’ diye anılan bir gençlik evi olmasını istiyordunuz. Olmadı. Sizden sonra hiçbir şey olması gerektiği gibi olamadı. Epey zaman arkasını aradık, belediyeye yazdık, kültür işleri değil, mimarlık bölümüyle muhatap edildik, bağış ev diye, soramadık, ay ve yıldızlar nereye, şiirler nereye, diye?Balkon panjurları açık, arada eşya meşya da çıkardıkları oluyor, yaşamayan, dahası can vermek üzre olan bir halde, eviniz…Arada ışık yandığı da oluyormuş, komşunuz ciğer kebapçıdan öğrendik bunu. O kadar severdin muhitini, belediyeni, gör de bak…Ölmeyegör, ah…

 

Anadilini severdin, ülkeni severdin, dağların sonsuzluğunu, heybetini severdin, şiir söylemeyi severdin, yurdunun bağımsızlığını, görkemini severdin, paranı da severdin elbet…Takıldığımıza, ‘tutumlu olmayaydım da, camii önüne mendil mi açaydım?’ der, bizi de tutumluluğa özendirirdin…

 

Ayrıca vermek, almak tartışmalı kavramlar…Siz bize Türkçenin ve şiirlerin en güzelini verdiniz, biz size bir şey veremedik, misal mirasınız…Bir ahbabımız var,doksanında, elinde kasılma var, yani alırken avucunu kocaman açıp uzatıyor, vereceği zaman kasılıyor parmaklar, avuç kapanıyor, vermesi müşkül…(Ezrail bile, ‘ver’ diye can almaya gelende, ‘ben niye vercem, sen ver’ diyormuş, ezrail ‘e…Melaike,  ‘al, o zaman’ diye ölümü uzatınca,  ‘eh, aliim bari’ diycekmiş…) Sizde de varmıştır o gen, vermiş gibi yapıp aslında vermemiş olabilir misiniz, diye düşünmeden edemiyorum, sizden sonra olanlara bakınca…

 

Son yayıncınıza sorduğumda, ‘mahkemeliğiz’ dediydi, belediyeyle mi, mirasçınızla mı, kimle, bilemem artık? Ben, diyenin yalancısıyım.

 

Bize yakın ev alacaktınız, olmadı…Ayvalık’a gelecektiniz, çocukları başımıza toplayıp bir 23 Nisanda, uçurtma uçuracaktık, oyun oynayacaktık, o da olmadı. İdil baytar olsun istiyordunuz, ‘baytar ne demek?’ ten ibaret kaldı o işle ilgisi, Rus dili okudu. Çello çalıştığına da gülüp durdunuz zati, ‘bu müzik işleri atadan öteden olur, sonradan aşı tutmaz’ dediğinizi çocuğa söylemedim, olacak iş mi, aşkolsun…

 

‘Zaten ne oluyorsa ondan (yani, aşktan) oluyor’du, haklısınız…

 

Okuma yazmayı öğrenince, Kurşunkalem diye bir şiir söyledi, biz de size yolladık şiiri. ‘Sana şiir yazmasını öğretmek için bir yıl fazla yaşayacağım, İdil’ dediniz, cevabı pek duygulandırdıydı sizi, hatırlıyor musunuz? ’Dağlarca, şiir yazması bir yılda öğrenilmez ki. Sen on yıl yaşa, on yıl öğret…’

 

Tam on yıl yaşadınız, bu muhabbetten sonra, ne eksik, ne fazla, on yıl, ömür melaikeleri duymuş olmalı, çocuğun dediğini…

 

Öldünüz, ben sizi uğurlamaya geldim, o da bahçeden minicik çiçeklerden yaptığı demeti verdi, size getireyim diye, üstüne kitap harfleriyle kendi adını yazmış, tabutunuzun üstündeki örtüye iliştirdim,  o minnacık çiçek demetini, avuca zor sığan…Biz, bakıcınız Ömür, ben, Ruhan başınızdaydık, Ruhi Şirin bey, ayakucunuzda , çocuklar vardı, oyun oynuyorlardı, haklısınız, niye getirmişlerdi sanki?

 

Burs bıraktığınız okulun çocuklarıydı bunlar, büyüklerin hamhalatlığı işte (gene koğ ediyoruz, iki dünya arası…)Neyse, sizi toprağa verdik, çelenkler başucunuza dizildi, taşıyan araç dönerken pıt diye bişey düştü, az ilerime, aa bizim minnacık çiçek demeti…Tamam işte, bize bir diyeceği var, diye düşündüm hemen…Az önce, sandıklar dolusu şiiri gömdük, toprağa, diye düşünen ben, az sonra,’ o sığamaz yerin altında, çıkmıştır’ diye düşünür oldum…

 

Bence bir bulut, bir papatya, bir yağmur damlası, kelebeğin kanadındaki bir noktacıksınız şimdi, duyabilen ruhlar  ötegeçeden söylediğiniz şiirleri işitiyor…

 

Hani; bir keresinde Ege'nin karşı karşı kıyısına yolculuğa çıktığımda bir şiiri bana emenat ettiniz, üzerimde kaldı ileteyim:

'Gizlenir kadın

ellerine, sesine…

Yanındaki erkek

onun içine saklanır.'

 

Evet, haklısınız, herkesin günlük on cümle söyleme hakkı olmalı, ötesi cezaya girmeli..Çok ve boş ve kötü söyleyenlerden yakınıyordunuz, o yüzden konuşmayı sınırlamaktan yanaydınız…

 

Mektup uzadıkça uzayacak, sekiz yıllık konuşma hakkımı aştım sanırım.

 

Adınıza şiir ödülü de koydular…Beşiktaş belediyesiyle ötekiler birbirine girdi. Hazirundan bunu merak eden çıkarsa eğer, lafçı internetten okusun. Sizin de bu hallere üzüldüğünüzü biliyo rum.Hem dilin, hem şairin onurunu korumak adına belki yüksek/büyük bir seçici kurul ve devlet eli ile, her yıl da değil, uzun aralarla ve bilimsel koruma altında , dişe dokunur miktarla , adınıza yaraşır, saygın bir ödül yaratıp, yaşatılır…

 

İdil’le maceranızı, arkadaşlığınızı kitaplaştırdım, adı,onun okuma yazma bilmiyorken size yazmaktan yorgun düştüğü tümce:

' Canım Dağlarca…'

Külliyatınızı çıkaran yayınevi geri çevirdi, gerekçesiz, yorumsuz…

 

Biraz bekledim , sonra kitabı patrona gönderdim, yani kitaba saygısını alemin bildiği kişiye, şimdi holdingin başına o geçti, büyük patron diyelim…Dedim ki, bakın gene koğ,' bu kitabı yazabilecek ikinci bir kişi yok, ben dahil…Her kapının ipini de çekmem.Alın, sizin olsun, yayına hazır bir Dağlarca kitabı, koleksiyona katın, bende kalırsa kaybolur maybolur…'

 

İki yıl da öyle geçti, sonra aradığımda sekreter bişeyler saçmaladı, yayın için di mi, falan dedi, amaaan , anayın dini…Bu da sizin miras ve yarışma işinize döndü, kördüğüm oldu…

 

Oraları anlatacaktınız hani? Kim önce giderse o, anlatacaktı, geride kalana, biliyorum bunu derken benim önden gidip, sonra size anlatacağımı düşünüyordunuz…Sizin bile koğunuzu ediyorum, iyi mi?..

 

Hayır, eli sıkı değildiniz, kısmen öyleydiniz, ama, gevşettiğinize de  tanıklığım var, donattığınız sofralarınıza da…(Bir sahici börek ve sahici Karadut suyu getirdiğimde, hem de kıt’a aşıp, acım dan ölerek getirdiğimde, ‘biz de az önce yedik, kaldır Ömür bunları mutfağa, teşekkür ederiz hanımefendi’ dediğinizde, üç saat oturup, üstüne katran gibi (muhtemelen dünden bugüne çok kaynatılmaktan acımış) çay gelince, isyan bayrağını açıp, ‘az önce getirdiklerimden verin, öldüm acımdan’ feryadıma, kıs kıs gülerek, ‘eh zati biz de acıktık, hadi hepbirlikte yiyelim’ buyurmuş olsanız da…)

 

Öteki tarafı anlatmasanız da, muhabbetlerimizde bu dünyayı, insanı, aşkı, dağları, geçmişi ve hayalleri öyle güzel paylaştınız ki, unutmak olası değil…Türkçe de içinde,  hiçbir dil, gönül borcumuzu dile getiremez…

 

Çektiğiniz sözlü sınavları, ettiğimiz dedikoduları saymıyorum…

 

Siz yaradanın hem dünyaya,hayata,  hem bize, dilimize,şiirimize ve yurdumuza en büyük armağanısınız.

Nurlarda yatınız…

- Advertisment -