Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITarzın merkezine seyahat

Tarzın merkezine seyahat

Müslüm Gürses ev halısı serilen sahneye, ayakkabı-kravat-mendil, hatta yakasındaki karanfili dâhil bembeyaz takımıyla çıkıyor. Bir tek çorabı uçuk pembe... Muhterem Abla beyaz çorabı renklilerle yıkamış anlaşılan. Kıyafeti, nikâhsız-düğünsüz “evliliği”nde giyemediği damatlık belki. Hani her konserini gençliğinde parasızlıktan alamadığı bembeyaz damatlığıyla, yapamadığı vur patlasın-çal oynasın düğüne çeviren Goran Biregovic misali.

Gençlik Parkı, “Bir Zamanlar Ankara”nın medâr-ı iftiharlarından… Seyrin de, sefanın da merkezi. Sadece “Açıkhava Gazinoları”yla bile Başkent Nostalji Ansiklopedisi’ne ayrı cilt olur. Göl Gazinosu, Lunapark Aile Gazinosu gibi mekânlarının yanında sahnesiyle gazino havasında bazı “İçkili Aile Restoranları” da, dönemin sanatçılarının halkla buluştuğu yerler. Tıklım tıklım…

Ancak park da, devir de değişiyor zamanla. Ankara Büyükşehir Belediyesi, Gençlik Parkı’nı “artık ailelerin rahatça dolaşamadığını” savunarak, 6 Mayıs 2005’de “tadilat” gerekçesiyle kapatıyor. Aynı yıl 29 Ekim’de açılacağı duyurulsa da, 2009’a kadar dört yıl “Hemşerim giriş yasak” kalıyor.

On bir yıldır Melih Gökçek’in yönetimindeki belediyenin, Park o hâle gelinceye kadar neden bir tedbir filan almadığı kimine göre muamma, kimine göre değil. Zira belediye, Ankara’da yok edemediği hafıza mekânlarına uyguladığı “kapat-unuttur-başka şeye dönüştür-aç” formülüyle de ünlü.

Kapanıp öylece durduğu o süreçte sivil toplum örgütleri, bazı gazeteler ısrarla Gençlik Parkı’nın akıbetini soruyor, Ankara Mimarlar Odası belediyeden defalarca bilgi istiyor. Ama nafile… Mimarlar Odası 16 Mayıs 2008‘de parktaki en az yarım asırlık ağaçların kesildiğini de vurgulayarak, “Gençlik Parkı’nda ne oluyor?” başlıklı bir yazı daha gönderiyor. Ses yok… Parka giriş toptan yasak zaten, içerde ne döndüğü belli değil.

Kurusıkı gariban şampanyası…

Park kapatılıp, “yenilenmiş hâli”nde içkili mekânların yasaklanacağı kayda geçince, Ankara Hürriyet Gazetesi’nin manşetini ona ayırıyoruz: “Akustiğe Veda”. Haberimizin flaş flaş “patlağı” ise “Gariban şampanyası da tarihe karıştı”…

Bilmece gibi geldiyse… “Akustik” bir efsanenin Gençlik Parkı’nda süren alâmet-i fârikalarından. Salaş pavyonlarda trend olan markasıyla “Akustik Şampanya”, “göl”ün kıyısındaki gazino havalı “İçkili Aile Lokantası”nda hâlâ var o yıllarda. Eh, oraların ekolu, müzikal akustiği de kendine has. Yani “Akustiğe Veda” çok mânâlı bir haber başlığı.

Ancak o “şampanya” Türkiye’nin helâl Formula1 gazozu bile değil. Zira üzerinde “İçilmez, sanatçı şampanyasıdır” yazılı. Ülkemizde etiketinde “İçilmez” yazılı sıvılara meyil malum ama… (¹) Belki de pavyonların yasak-ikna-yaptırım gücünün etkisiyle, gazetelerde “Sahte şampanya içenler zehirlendi” türünden haberler yok. 

Şişesi üç-beş liraya satılan, Akustik marka bir patlangaç aslında. İşlevi sadece esaslı ses çıkarmak, kurusıkı şampanya… Coşarsan, çıkan sanatçıya ondan patlatıyorsun. Sudan ucuz; 10-15 tane al sahnenin etrafına dizdir, o âlemin kralı edasıyla patlattır, tahta iskemlen taht gibi gelsin sana.

Sınır tanımayan aranjörler

Tam bu noktada, o şampanyaların alışılmışın tersine kadınlara değil, bir erkek sanatçıya, patır patır Müslüm Gürses’e patlatıldığı bir mekâna geliyor sıra. Odağına “aranjman”ı alan yazı dizimi, önce gazinolara oradan buralara ben sündürmüyorum. Ülkem aranje ediyor her şeyi… Gürses de bir dönem türküden arabeske, Pop’tan Rock’a/Rap’e her türden “aranjman”ın, “cover”ın sesi. Aslında gazino kisvesindeki “İçkili Aile Lokantası” da, başka bir şeylerin aranje edilmesi…

 Bu arada Ceza’nın Rap müziğine eşlik eden Müslüm Gürses’i, Rap efsaneleriyle gösteren yukarıdaki fotoğraf gerçek değil. Tupac ve Snoop Dog’un fotoğrafı 1996’da 23. Amerika Müzik Ödülleri sırasında çekilmiş. Gürses araya photoshop vasıtasıyla eklenmiş. Lâkin dengine düşse, bence gerçek de olur. Olursa da, valla bu kadar olur.

Gürses işte orada “Müslüm Baba”

Gürses 2000’lerde her yaz Gençlik Parkı’ndaki o içkili lokanta-“gazino”da sahne alıyor. Rivayete göre “Parayla değil, arkadaş hatırına”…  Zaten girerken bilet parası filan yok, “yediğin-içtiğin müessesenin olsun, sen gördüğünü, izlediğini anlat” usulü. Hesabı da kalender işi…

İsimlerini ilerde polemiğe filan girersek ifşa edeceğim şair, yazar, gazeteci, avukat arkadaşlarla biz de gidiyoruz. Öyle ortamları da biraz biliyoruz ama… Havası, ritüeli, müdavimleriyle bir başka yerden, bize komşu, yakın ama yine de uzak bir “gezegen”den bir sahne, bir konser gibi. TV’den ekran ayarı/repertuvarıyla tanıdığımız Müslüm Gürses, işte orada “Müslüm Baba”…

Söylediği hiçbir şarkı tanıdık değil. Bizim bildiğimiz “Cover” şarkılarını, mesela Murathan Mungan’ın “Söz Vermiş Şarkılar” albümündeki “Olmasa Mektubun”danı filan zaten arama. Deplasmanda kendi tarzıyla popüler olan şarkılar da pek yok repertuvarında… Hepsi damardan.

Olsun, sözüyle-sazıyla, atmosferiyle, cemaatiyle bambaşka öncelikle. Burun buruna seyrediyorsun, filtresiz, ekran ayarından âzâde izliyorsun onu. Hatta şampanya patlatınca masana geliyor. Uzatılan rakı kadehini Müzeyyen Senar gibi alıp sahnede fondiplemese de, elini göğsüne koyup raconuyla geri çevirse de, mırıldanarak “Merhaba”sını veriyor. Hem az, duraklı-es’li konuşurdu zaten değil mi?

Ağır abilerin “Angara havası”yla imtihanı

Önce iki uvertür kadın sanatçı çıkıyor sahneye. Biraz hüzünlüler; “başka hayatlardan emekli”, geçkin halleriyle… Hem damardan, hem ezberlerdeki “Türk Sanat Müziği”nden şarkılar, hem de özgün yorumları, sigaralı-kırık sesleriyle “Angara Havaları” var repertuvarlarında.

İşte o an “Tough Guys Don’t Dance (Sert Erkekler Dans Etmez)” (²) efsanesinin ne kadar boş olduğunu anlıyoruz. O ana kadar masasında “manita”sıyla mimiksiz oturan siyah takımlı-yelekli-beyaz gömlekli ağır abiler fırlıyor sahneye. Hiç abartmıyorum; bazıları değme dansçıya ter döktürecek kıvrım kıvrım figürleri, inanılmaz kıvraklıkta döktürüyor. Gözümüzü dikmeden seyrediyoruz.

Kendi içinde sözüyle-müziğiyle evrim geçiren Ankara Havaları’nın ağır abiyi bile dirilten çağrısını, herkes anlayamaz esasında. Hatta doğma büyüme “içinden” Ankaralı bile anlayamaz. Bir bakmışsın… “Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi” dizisinin asık suratlı, sert-huysuz “Âmirim Behzat”ı zank diye kenara çekiyor polis arabasını, “Misket” oynuyor. Onu “film icabı” diye kabullenirken, başka ağır abiler Ankara-İstanbul otobanında gerçek kılıyor aynı sahneyi, YouTube’da viral oluyor. (Küçük fotoğraftaki yelekli gençlerin elinde tahta kaşıkları da var.)

Beyaz çorap renklilerle yıkanırsa…

Neyse, “göl”ün kıyısına yayılan “Kurutulmuş Felsefe Bahçesi”ndeki o solistler geçidinin, oyun havalarının ardından yere, sıvası yaralı betonu kapatan bir halı (öyle Kırmızı Halı filan değil, bildiğimiz geleneksel desenli çıkma ev halısı) seriliyor. Ve ayakkabı-kravat-mendil, hatta yakasındaki karanfili dâhil bembeyaz takımıyla Müslüm Baba çıkıyor sahneye.

Çıkıyor da o bembeyaz siluetinde bir tek çorabı, beyaz değil de uçuk pembe… Müslüm Baba’nın pembe çorap giymesi imkânsız, her şeye aykırı. O kadar uzun boylu değil “aranjman”. Muhterem Abla, beyaz çorabı renklilerle yıkamış anlaşılan…

Zira Muhterem Nur, Gürses’in giyeceği kıyafetleri bir gece önceden ceketinden gömleğine, mendilinden çorabına dizermiş sandalyenin üstüne… Onu bu kadarla geçeyim; o ilişkiye sinen ve daha önce yazdığım ağır şiddet tablosu, bu yazımdaki hikâyeyi, meramımı farklı eksene oturtacak.

Goran Bregovic’in “beyaz” sırrı

Gürses’in üzerinden anca simsiyahları giydiğinde çıkardığı tepeden tırnağa bembeyaz “damat elbisesi”, sanki Muhterem Nur’la nikâhsız ve dolayısıyla düğünsüz “evliliği”nin de simgesi. O nedenle bir bakıma giyilemeyen “damatlık”. Hani gençliğinde bir kızı aşkla seven ama parasızlık nedeniyle düğün yapamadığı için evlenemeyen Goran Bregovic misali.

Bregovic’e soruyor gazeteciler: “Neden hep beyaz takım giyiyorsunuz?” Anlatıyor… Ülkesinde düğünlerde damatlar da beyaz giyermiş, ama ah parasızlık… Sonra konserlerinde hep tepeden tırnağa beyazlar içinde, çakırkeyif çıkıyor sahneye. Vur patlasın-çal oynasın her konseri, yapılamayan o düğün.

Toplamda üç-dört kez gittik Gürses’e. Orayı öğrendikten sonra “Gel bak, seni nereye götüreceğiz” dediğimiz başka arkadaşların da katılımıyla…  O sahnede daha önce hiç duymadığımız, en damardan şarkılarını söylemesine rağmen sıkılmadık. Havuzun yanına yazın kurulan o farklı göçer otağını, o gezegeni, kuytularımızda kalan duygularımızla hissettik hatta.

Sevmemek sevmekten daha kolay

Çok farklı da olsa ve belki o yüzden “tarzın merkezine seyahat”ti, o gidiş-gelişlerimiz. Bir başka “muhabbet”in, bir başka “tarz”ın merkezine, ta dibine… Sonra Gençlik Parkı bir gün “yeni” haliyle açıldı. Yeniliği de malumun ilamıydı elbet: “İçkili işletme yasak…” Uçuk vaatleriyle ayıkken işletme akımının temsilcisiydi zira belediye… İşte biz “Müslüm Baba”ya, ilk orada, ölümünden 8-9 yıl önce veda ettik.

Oysa orada rakının ardından bir soğuk birayla cilalanıyordu “çok farklı olanı” da hissedebilmek. Ötesi, “dinleyebilmek”… Müslüm Gürses’i sevmemek, sevmekten çok daha kolaydır ya… Sevmesen, o mekân dışında pek dinlemesen de, empati hissinin, vicdanının pası da siliniyordu sanki o ritüelle. “Orda, bir köy -bir başka yer/bir başka zaman- var uzakta” özrü gibilerinden… Gitmesek de, kalmasak da…

Hem elini uzatıyordu sana; senin elin cebindeyken. Başka hayatlara, başkalarına, “öteki”lere kapalı kan dolaşımına, kılcal damar açıyordu sanki. Biz kapalıydık uzun dönem ona… O ise “rock”tan “blues”a, Murathan Mungan’dan Teoman’a her öneriye açık oldu. Uzattı elini…

Cohen Baba sen de mevzuya hâkimsin

O beklenmeyen esnekliği, başkasına benzemeyen, her şarkıyı “kendi gibi” söyleyen stili, onu yabancı rock, blues parçalarına da taşıdı. Bence tarzıyla, tadıyla da okudu bazısını… Leonard Cohen’den, Bob Dylan’dan, Björk, Rainbow’dan söyledi.

O gittikten sonra bağlantıyı “YouTube”da Cohen’in o şarkısının (Alexandra Leaving) altına yapılan yorumda sesli sesli gülerek buldum:  “Bir Müslüm Baba değilsin ama sen de mevzuya hâkimsin”. Cohen’in yukarıdaki fotoğrafına bakıyorum da… Bir zamanlar Hydra Adası’ndaki Yunan “gecekondu”larına nazır profili, neredeyse Ferdi Tayfur’un “Boynu Bükük” filminden…

Orada ne alt-kültür, ne de popüler

Rap yıldızı Ceza ile düet yaptı, “İtirazım Var” dedi, geçen bir ömrün ha’rap sitemi yansıdı kelimelere: “Sırlarım gecemde gizlidir, güneşten sakladım /Bazen umutlar da söner, ayışığından aldığım /(…) Hançeri var hayatın, hayata sırtımız dönük /Bir mazeretim yok benim, yolun sonu zaten ölüm /İstediğin kadar bağır, kimse duymaz son sözün /Adaletiyse bu dünyanın, itirazım var gülüm…”

Onun sesi-sözü geliyor, arada; “Yarım kalan sevgiye, şu emanet gülmeye, yaşamadan ölmeye itirazım var”… Sonra 2013’de, üç ay süren hayat mücadelesi en zor demindeyken, bir sayfa daha soluyor, ses/söz aleminde:  “Kırk yılın başında hali hatırım /Sorulsa ne yazar, sorulmasa ne…”

“Tehlikeli bir şeyi stille yapmak sanattır”

Müslüm Gürses’in “Aşk Tesadüfleri Sever” albümünü dinlediğimde, “yabancı hit”lerden yorumları hem yabandı, hem değil. Şarkıları varoşlardan inmişti ama o albümde ne alt-kültür gibiydi, ne de her yere sızan müziğiyle popüler kültür. Arabesk de sanki tırsmış, kuytusuna çekilmişti biraz.

Bir başkaydı ama kırık, “cigaralı” sesi, özgün yorumu, kısa, bol “es”li  konuşması, hatta hiç değişmeyen saç-kaş-bıyık üçlemesiyle bile tarzdı. Onun stiliydi… Biraz Charles Bukowski’den mülhem; “Aptalca şeyleri stille yapmak tehlikelidir. Ama tehlikeli bir şeyi stille yapmak… İşte ben ona sanat diyorum” meselesi…

Sonraki albümü “Sandık”ta bu kez Türk Pop’undan seçmeleri yorumladı. En çarpıcı yorumlardan birisi ise bence Sezen Aksu’nun “Sorma” şarkısı. Ankara’nın sanki hep kasvetli, güneşli olsa bile “gri takımlı” havasının bir başka tadı vardır ya, sevenine… Çivi çiviyi, kasvet kasveti: “Gün ağarınca boynum bükülür /Dalarım uzaklara gönlüm sıkılır /Sorma yangınlardayım zaman zaman /Sorma nöbetlerdeyim başım duman…”

BİR FİLM/BİR REPLİK

YEŞİLÇAM’IN BİR BİR ÇIKAN ÖNGÖRÜLERİ

Ağlayacağınızı bilsem söylemezdim şarkımı. Oysa ben sizi güldürmek isterdim, sazım kırılsaydı keşke, sesim kısılsaydı…” Müslüm Gürses’in bu sözleri elbette bir röportajından değil bir filminin repliği. 1979 yapımı ilk filmi “İsyankâr”dan… Orhan Gencebaylı arabesk film furyasının 1970’lerin başında peş peşe geldiği düşünüldüğünde aslında gecikmiş bir film.

Film, muhitinde tepeden tırnağa gözyaşı garantili. Müslüm ile Selma’nın (Oya Aydoğan) imkânsız aşkı üzerine kurulu… “Seni görmem imkânsız imkânsız”ın altı daha baştan, sevdanın bir “mektup aşkı” olmasıyla çiziliyor. Onun rumuzu “Umut”, Selma’nın rumuzu “İsyankâr”.

Mektuplarda hisler gayet karşılıklı… Müslüm salaş gazino solisti, Selma “Fabrika Kızı”: “Fabrikada konfeksiyon dokur /Sanki kendi giyer gibi…” Lâkin Müslüm Yeşilçam’ın bu mevzuda vazgeçemediği klişeye uyarak, Selma’ya kendi biçare fotoğrafını değil Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisi kardeşinin “Beyaz Türk” fotoğrafını gönderiyor. Yeşilçam nezdinde popüler repliği, “Hangi kız bakar ki bana…”

Başkasının fotoğrafını yollama” klişesini biraz küçümsemiş gibi oldum ama… Bu mevzu “profiline başkasının fotoğrafını koyma” versiyonuyla 21. Yüzyıl’da bile sosyal medyadaki “görselli aşklar”ın ana eksenlerinden birisi olacak, yine ortalığı karıştıracak. Kızılay’da Yeni Karamürsel’in önünde elinde tek dal gülle bekleyen delikanlı, o kalabalıkta -internetteki profilinden Sophia Loren’in gençlik fotoğrafıyla tanıdığı- yârini arayacak.

Yeşilçam değeri bilinmemiş bir öngörü atölyesi belki de… Bugünün “Aya gideceğiz” vaatleri bile anında Yeşilçam’ın Cüneyt Arkın’lı “Aya Seyahat”lerini, o uzay teknolojisini getiriyor aklıma mesela. Üstelik açıklandığı üzere bizimkisi “aya sert iniş” olacakmış. Aya gitmekten çok, kısmetse ayı vuracağız bence. Yani Yeşilçam’ın bir bir çıkan öngörülerine, 21. Yüzyıl’ın en popüler dizilerinde bile hâlâ değişmeyen abecesine laf söylemek, haddim değil.

“Anamdan doğmadan ihtiyar oldum”

O görsel yalandan itibaren Müslüm iyice çökkün. Makyaja da gerek duyulmamış. Aslında Gürses o film piyasaya çıktığında henüz 26 yaşında. Ama söylesen kimse inanmaz, “Sen hele bi 20-25 ekle…” der. O dönemdeki “Neden saçların beyazlamış arkadaş”ların, “Daha anamdan doğmadan ihtiyar oldum, ihtiyar oldum…”ların yaşayan örneği.

Selma’nın peşinde tabii ki fabrika sahibinin oğlu da var. Öte yandaki taliplisi ise koca “Tabip Doktor” adayı. Müslüm desen, hiç deme… Ama Selma, metni ta ciğerden “Umut” rumuzlu Müslüm’den, görseli kaymak gibi kardeşinden destekli “mektup aşkı”nı seçiyor. Buluşuyorlar, aşk genel hatlarıyla tamam. Eh Müslüm ne yapsın, “Gençler birbirini sevmiş”.

Bakın şu işe… Bu yazımda da “film” müziğim aynı. Yine yazı dizimin hemen her bölümüne bir nevi fon müziği olarak yerleşen Juanito’nun “Sen başkasının aşkısın, arkadaşımın aşkısın” meselesi var. Bu kez kardeş versiyonu olsa da, Fecri Ebcioğlu’nun sözleriyle giriş, gelişme, sonuç aynı telden. O şarkının her biri esaslı replik olmaya aday (ki Yeşilçam’da olmuştur) vecizelerinden de örnek vereyim bari: “Kaderimin oyunu mu bu bana?”, “Hakkım yok seni sevmeye…”, “Karşımda olsan da bakmam, arkadaşımı aldatmam”.

(¹) Bir zamanlarüzerinde kocaman “İçilmez”yazan ispirto, merdivenaltı “İçen İnsan” borsasında rekor kırmıştı mesela. Piyasayı sarsan o salgın, etiketi değiştirilip “Tuvalet İspirtosu” yazılarak kırılmaya çalışıldı.

(²) Yazar, yönetmen Norman Mailer’in kendi romanından uyarlayıp yönettiği 1987 yapımı “Tough Guys Don’t Dance”, gişe yapamayan filmlerden. Nasıl yapsın, başrolde Love Story’nin zengin, romantik, babyface yıldızı Ryan O’Neal var.

- Advertisment -