Tedbir

Yeni klişemiz “tedbir”, yanında da “ihmal”, bir de “gelişmiş ülkeler”. Baştan öyle tedbirler alınsın ki başımıza böyle felaketler gelmesin. İkizi, ihmale gelince, bir terslik olduysa arkasında mutlaka birileri olmalı; şalteri indirmeyi unutmuş, eğitimde kritik bir konuyu atlamış, mevzuata uymamış birileri vardır mutlaka. Biraz kriminalize ederek yatışma tarafı da var galiba; kolları kavuşturup çaresiz beklemektense suçun ve suçlunun peşine düşmek, aktiviteyle oyalanmak… Her seferinde hayretten donakaldığım o mutat demeç, “Kim olursa olsun cezasını vereceğiz!” Bu şartlı ifade vurgusunun duyanda hemen önce aksini çağrıştırıvereceğinin bile farkında olmamak ancak yetki ve iktidar deformasyonuyla (hatta sarhoşluğuyla) mümkün gibi gelir bana hep. Sırası mı şimdi? İçimiz kan ağlarken, böyle kenardan kenardan, kısacası dışarıdan konuşmanın… Hem de bu faciayı içlerimizin en hassas yerlerine gommedokunup dili olmuş  Sunay Akın şiiri “Kömür”le karşılamış bir mecranın yazarına yakışır mı? Niyetim dışarıdan bir eleştiri, söylem tahlili değil, yıllar önce tanığı olduğum ve bu olayla yakından ilgili bir sahneden söz etmek. Gelişmiş dünyada niye facia olmadığının teknik açıklaması da olmayacak, haddim de değil zaten. Uzunca ve planlı bir sürecin tanığı olduğum bir sahnesi sadece. Ders alınacak bir sahne bile olmayabilir, ilham alınacaksa da konuyla, madencilikle ilgisi olanlar alabilir. Ben sadece kendi ilgilerimle alakalı bir artçı etkisi nedeniyle tanığı olmuştum. Onu anlatırken kent yazılarında ancak kısmen imkân bulabildiğim, bazı siyasi konulara değinme fırsatım da olacak. Yine de tedbir ve ihmalle ilgili şerhlerimin, ocağın sahibi Alp Gürkan’ın madencilikten çapı pek de mütevazı olmayan spekülatörlüğe hızlı geçişinin soru işaretlerini gölgelememesine dikkat etmek gerekiyor. Önce, tedbir ihmal gibi sözcüklerle neden problemli olduğumu söyleyeyim. Hafife almak gibi geliyor, insan mesela yürürken yere düşmemek için tedbirli olabilir ya da kapıyı, pencereyi ve mesela musluğu açık bırakmamak için, makinayı açık unutup bozmamak, imtihandan düşük not almamak, kemer bağlamayı unutup polise yakalanmamak için. Yani hayatın ortalama/olağan akışını aksatıp keyif kaçıracak ihtimallere karşı. Soğukta kalın kazak giymeyi ihmal ederse gün boyu üşür. Oysa maden, yangın, tren, uçak, gemi kazası gibi travma kaynağı büyük felaketleri bu sözcüklerle karşılamak tatminkar gözükmüyor. Yüzlerce işçinin hayatı ihmalle riske girer tabii ki, ama tedbirle kurtulmaz… Mesela şuradan başlanabilir; yerin kat kat altına gizlenmiş tabakaların aşağıya insanların inip o katların aralarına sızarak, hem de el araç-gereciyle kazıyıp yukarıya çıkartmaya çalışması, artık kabul edilemeyecek bir iş süreci olmalıdır. Bunu yadırgamak, ekmek parasını, istihdamı küçümsemek anlamına gelmemeli. İşine devam edecek madencilerin direnç ve tahammüllerini azaltan değil, tıpkı Akın’ın dizeleri gibi yerüstünün yeraltıyla dayanışma arayışı gibi tınlamalı. İçinde olduğumuz dünyanın, sonra geriye dönerek değil de ancak daha yaşanırken yadırganırsa eleştiriye dönüşecek tuhaflıklarından olmalı. Soykırıma seyirci kalmak nasıl sonradan da affedilemiyorsa, yerin altından insan emeğiyle kömür çıkarılmasını ve içimizden bazılarına iş diye sunulmasını da hiçbir gerekçe ve koşul, çağdaş ve mazur gösterememeli. Hepimiz adına üstlenilen risk ve tehlikesi de bir yana. Ya facia olmadığı zamanlar, herkes ışığın, güneşin, yağmurun, rüzgarın altında çalışırken, o kapkara dehlizlerde vakit geçirmenin ızdırabı neyle telafi edilebilir? Karşılığı ne olur? Hangi yevmiye? Hangi toplu sözleşme ve sosyal hak? Belçika’nın erken sanayileşmiş Kuzeyinde endüstri arkeolojisi niyetine muhafaza edilen 19.yüzyıl başından kalma maden ocaklarını gezmiştim. Zamanında duvarlara kömürle yazılıp-çizilmiş bahtı-kara yazı ve çizimler hâlâ duruyordu. Neredeyse mağara resimleri kadar uzaktılar bugüne. Aynı sırada bir yerlerde hâlâ aynı yöntemlerin işlerlikte olduğunu aklına bile getiremiyordu insan. Tarım öncesi, endüstri ve o gün; dün, evvelsi gün ve bugün, tuhaf şekilde yeniden diziliyordu, sıraları karmakarışık olarak ardarda. Şu ileri ülkeler efsanesi de daha etkin tedbir, ayrıntıda mevzuat, dikkatli ve sorumlu insanlar anlamına gelemez zaten. Belki onlar da var ve az şey değiller ama aslolan, bu iş yapma şeklini tarih-öncesine havale etmek olmalı. Atak davranıp o bizi kitle halinde kıymaya devam etmeden, bizim onu tarihin berisinde bırakmamız gerekiyor. ”Bu işin fıtratında var!” Hangi işin? Madenciliğin mi? Yoksa bu şekliyle madenciliğin mi? Kömür çıkartmak mı? Bu biçimi mi ölümcüldür. Yani böyle çalışmanın kendisi mi? Bu durumda problem o olsa da riskin faturasını ilkelliğe çıkararak da sıyrılamayız işin içinden. Mesela nükleer santrallarda hepimiz adına tehlike içinde çalışanlar ilkelliğin değil gelişmişliğin riski altındalar. Burada anlatmak, gündeme getirmek istediğim bu şekilde kömür çıkarmanın/elde etmenin, tamamen terk edildiği bir örnek. Ağır teknoloji istiyor. Ama esasen akıl edilmesi hiç de zor değil. Ayrıca problemsiz de değil. Ama yegane yöntemin bu anlatacağım olmadığı da aşikârdı zaten. Nitekim18 Mayıs Pazar’ının Radikal’i, daha makul ve ölçülü gözüken robot sistemlerini sergiledi.Şunu da söyleyip hızlı geçeyim, sırf tedbir, dikkat ve temkinlilik değil, ister politikacı olup toplum yönetmenin, isterse de işler kurup insanlara çalışma ve yaşama ortamı kurabilecek ayrıcalığa sahip olmanın, hatta bilgi ve iletişim kanallarına yakın olmanın imkân ve ayrıcalıklarına sahip olmanın, yani eski tabiriyle toplumun efendileri arasında sayılmanın başka sorumlulukları da var. Mesela toplumu geliştirmek ve yenilemek zorundalar. Ne yapalım, burada şunlar-bunlar eksik, bunlar işin doğası diyemez, bir biçimde ayrıcalığı olanlar. Derlerse ayrıcalıklarının hakkını vermemiş, işlerini doğru-dürüst yapmamış olurlar. Dikkatle ve temkinlilikle yetinemezler. tarama yuzey_2yeryuzu katman_2makina2ruhr_braunkohle_3hatlar3galzweiler_koy2zollveren2Evet ta en başından beri Alman sanayiinin ve kapitalizminin motoru olmuş, maden yatakları, fabrikaları, Krupp gibi kapitalistleri, emekçi sınıfları, dünyanın herhalde en görkemli endüstri arkeolojisi parkı Zollverein’ı ve Schalke takımıyla Ren nehrinin Kuzey kollarından Ruhr havzasındayız. Burada aynı zamanda  Avrupa kömürünün hatırı sayılır miktarını karşılayan linyit yatakları var. Ama artık ocağı yok, çünkü noktasal olarak kazılıp açılan tünellerden çıkarılmıyor kömür. En azından 1992’den beri. Masalarımızdaki tarama (scanner) aygıtlarının elektronik yöntemle ve kopyalamak üzere yaptığı işi mekanik olarak yapıp yeryüzünü katman katman katederek, geniş bantlar halinde yüzeyi tarayıp kazıyarak yapan, paletler üzerinde hareket eden dev makinalar var. Geniş bantlar halinde tarayarak kazıdığı toprağı kenara öteledikten sonra alttaki kömür tabakasına da erişiliyor ve ötelenmiş toprak, yeniden yayıldıktan sonra, ki ben oradayken karşıda gördüğüm tepenin geçen ay yapıldığını söylenmişti, sıra artık kömür tabakasının da taranıp/kazınıp depolamaya ve sonunda da nakliyeye geliyor. Yüzlerce işçinin aylarca sürede stoklayacağı kömür, dev makinanın birkaç gidiş-gelişinin işi. Ama sorunsuz olmuyor hiçbir yöntem. Yok yok, sadece devasa ölçeklerdeki yeryüzü şeklinin değiştirilmesi değil, burada olsa TEMA vakfının ilk muhalifi olacağı toprak erozyonu da değil, o büyük (hektarlarca) alanlar halinde taranması planlanan yerlerin üzerinde yerleşmeler de var. Onlar da kazınamayacağına göre, başka yerlere taşınmaları gerekiyor. Ama insanlar alışmışlar yerlerine ve konumlarına, taşınmak istemiyorlar. Peki ne olacak o zaman?  Bu yöntemi bilmek görgü artırma dışında ne işe yarar? Tartmama imkân yok. Ama madem anlattım, akıl yürütmeye devam edeyim. Bu öylesine büyük ve çok boyutlu  bir iş ki, sosyal fayda ve maliyetleri yaşayanların dışındaki teknik yöntemlerle ölçüp-biçerek tartıya vurmak çok zor. Avrupa’nın önemlice bir kısmının kömürsüz ve soğukta kalması mı daha önemlidir, yoksa haritada görülen onlarca köyün göçe zorlanması mı? Yoksa ne olursa olsun eninde sonunda toprağın hasar görmesi ve yanı sıra yeryüzü formunun değişime zorlanması mı? Bu kadar hayati şey arasında seçim yapmaya zorlamayacak gibi duran Radikal’deki robotik çözümlerin daha makul olacağını düşünebiliriz herhalde. Peki ya bu ahretlik seçimlerden birini yapmak durumunda kalsaydık ne olurdu? Teknokratik bir çözüm eninde sonunda birilerine dayatma anlamına geleceğine göre, tek çözüm siyasette. Yani çeşitli taraflar arasında rasyonel iletişime ve etkin kolaylaştırıcıların inisiyatifiyle de mümkün kılınmış demokratik ilişkiye dayalı müzakere ortamı içinde uzlaşarak buluşacakları yerde. Yine de içe tam sinmeyecektir; katılımcı geleneği ve uzlaşma kültürü de olan bir Kuzey Alman eyaletinde bile uzlaşılmış olan, kopya yerleşme formülüne ilk isyan edecek biz mimarlar olurduk kuşkusuz. Nitekim orada da iyisini ve içe sinenini yapmanın mümkün olmadığını dile getirerek uzlaşmaya rıza göstermeyenler yine mimarların ve akademik çevrelerin bulunduğu alternatif gruplar oluyordu genellikle. Hatta bunlar sakinlere destek vermenin ötesinde bu işin her çeşidine en dirençli kesimler olup, bunu siyasi pozisyonlarının odağı olmaya kadar da götürebiliyorlardı. Türkiye’de bu kadarını bile hayal edememek için çok neden var. Ama öncelikle siyasisi, teknokratı/bürokratı, irili-ufaklı iş dünyası temsilcileriyle birlikte iktidar bloku diye anacağım; geniş anlamıyla iktidar. Herhangi bir uzlaşma arayışına bile dahil olmaz, bildiğini okurdu. İşte Gezi; neredeyse bütün Türkiye parkın muhafazasından yana tavır aldığını herhangi bir olası oylama sonucuna göre aşikâr şekilde ortaya koymasına rağmen sadece bir parti çevresinin en militan çekirdeğinin inadı bile yetmişti ortak iradenin apaçık tercihini çiğneyip bildiğini okumaya. Türkiye’nin demokratikleşmeye başka her yerden daha az yatkın olduğu kanaati beni hiçbir dönemde ikna etmemiştir. Hatta ikide bir Kuzey Kore kıyaslamasının gündeme getirilmesinde de soğuk savaş artığı bir anti-komunizm refleksinin kokusunu alıp demodeliğini küçümsemeye yatkınım. Ama sanırım, bol katılımlı bir referandumun sonucuna aldırılmadığına dahi şahit olabiliriz böyle giderse. Böylesine akıl-dışı bir inadın olduğu bir yerde hiçbir şey şaşırtıcı olmaz herhalde. Değilmi ki, Türkiye’nin en büyük ayakbağı iki sorununu çözmenin hayal bile edilemeyecek kadar yakınına geldikten sonra her ikisinden de nedensizce, hiç yoktan ve kendi kendine vazgeçen, üstüste açık farklı seçim destekleri almış bir partinin başka örneği var mıdır? Evet Kürt sorununun en önemli moral eşiği olan Öcalan ve PKK’nın muhatap alınması virajını dönmüş olmanın önemini önce o virajı alan farketmez mi? Ya da 60 yıllık darbe ve vesayet belasını (Balyoz ve Ergenekon sürecinin teknik detayları ne olursa olsun; biliyoruz ki burada darbeye eğilimli kesimler var ve olacak) defedip yarım yüzyıllık karanlık ilişkileriyle birlikte apaçık günışığına çıkartmaya ramak kala bu işin de tansiyonunu düşürmenin. Öyle ya avukatları ve takipçileri tarafından çoktan şifreleri çözülmüş bir Hrant Dink davası adımı bile o derin denilen ilişkileri yüzeye çıkarmış olacaktı. Bu kadar zor, hatta imkânsız görünen aşamayı geçtikten sonra neden birden duruverir bir mekanizma? Öndeki bir atlet düşünelim, ipe birkaç metre kala aniden duruverse ne olur o tribünlerin hali? Burada niye olmuyor? Yok yok… Niye hâlâ oy veriyorlar demiyorum, şaşkınlıktan neden dona kalmıyoruz diye soruyorum… O aniden duracak atlete şaşıracağımız gibi bu siyasi örgüte de hayretle baksak, nefretten bile daha sarsıcı olacak sanki.

- Advertisment -