İngiliz’lerin 80’lerdeki santrforu Gary Lineker’in kinayeli bir futbol oyunu tanımı vardı: “Futbol, 90 dakika oynanan ve sonunda Almanlar’ın kazandığı bir oyundur!” Haziran’15’e kadar Türkiye’de seçimler de neredeyse şu hale gelmişti: “Türkiye’de seçim, dört yılda bir yapılıp AKP’nin kazancıyla biten demokratik bir siyasi araçtır.” Yaklaşık iki ay önce hazırlığı ve propagandasıyla altı ayımızı almış bir seçim oldu. Sonucu üzerinde herkes hemfikirdi.
AKP kısa tarihinde ilk kez ciddi oy kaybıyla alternatifsiz parti olmaktan çıkmış, tek başına iktidar şansını yitirmişti. Kısacası en yüksek oyu alsa da yenilmişti. Benim gibi en büyük korkusu AKP’nin de DP gibi, seçim yenilgisi almadan sahneden çekileceği koşulları yaşamak olanları rahatlatan bu sonuçtan başta HDP, diğer partiler galip çıkmıştı. Yani tek mağluplu ve çok galipli bir sonuç vardı ortada. İşin ilginç yanı propaganda sürecinde galip üç partinin de birbirlerini değil, iktidar partisini hedef almış olmasıydı. Zaten 13 yıllık iktidar partisine ilk mağlubiyeti tattıran da büyük oranda bu adı konmamış iktidar karşıtı ittifak olmuştu. Bu sonucun, kendi başına hiçbirinin başa çıkamadığı iktidar partisi AKP karşısındaki biraradalıklarını sürdürmeye zorlayacağı ve aralarındaki uzlaşmaz çelişkilere rağmen bunun gerçekleşmesinin, toplumsal barışa destek olacağı kanaati uyandı. Üstelik, önceki seçimler ertesinde Ahmet Türk’ün parlamentoya adım atar atmaz doğru Devlet Bahçeli’yi bulup tokalaşması da silinmemişti hafızalardan daha. Ama Bahçeli, bu kez ilk iş böyle bir barış tablosunu bertaraf ederek başlattı seçim ertesi siyasetini. En merak edilen konu, AKP ve Erdoğan’ın yenilgiyi nasıl karşılayacaklarıydı. İyi işaretler olmadı değil; ben müzmin komplocuların aksine Erdoğan’ın tevellütlünden geçici meclis başkanı olacak Baykal’la görüşme talebinden olgunluk işareti alanlardandım. Sonra Davutoğlu ve başka AKP’lilerin başkanlık konusunun fiilen kapandığı beyanları gelince, artık hep beraber hayra yorup ferahlamıştık.
Bir de şimdi geldiğimiz yere bakalım. Parlamenter demokrasi tarihimiz nice tuhaflıklarla dolu olsa da bu kadarına hiç tanık olmamıştık. Sanki seçimler de dahil bütün bunlar olmamış gibi gerisin-geri en başa seçime döndük.
Parlamento tarihi verileri elimde yok, ama hatırladığım en sade parlamento aritmetiği söz konusu. Sadece üç parti var ve 3. ile 4. ikili eşleşmesi dışında herhangi ikisi çoğunluğa yetiyor. Dış desteğin herhangi bir ihtimali üflese yeteceği kadar yalın bir denklemdi bu.
7 Haziran’dan birkaç akşam sonraydı. Huzurlu bir hal vardı üzerimde, birden akşam yemeğine eşlik eden TV’den siyasetçi sesinden/demecinden kurtulmanın ferahlığı olduğunu keşfettim. Ertesi gün kimle paylaşsam mutabık kaldık. Evet fena sözcük ve tehditkar ifadeye maruz kalma yükünü atmanın ferahlığıydı bu. Uzun sürmüş bir gürültüden kurtulmuş gibiydik. Bizler vazifemizi yaptık, bütün o propagandaları dinleyip hissemize düşeni aldık, oylarımızı verdik. Şimdi yeniden ve bu kadar erken bir daha yaşamak istiyor muyuz bütün bunları? Ben isteyenine rastlamadım. Siyasi tarihimizin en büyük muammalarından birini yaşıyoruz göz göre göre. Seçim oldu mu? Olduysa niye olmamış gibi oldu?
İçinde yaşarken anlayamadığımız, yanıtlayamadığımız soruların gelecek kuşaklar için nasıl bir muamma olacağının, bu dönemin aktörleri olarak ardımızda sosyal/siyasi miras diye nasıl bir anlaşılmazlık bıraktığımızın bilincinde miyiz? Şahsen ben önceki zamanlardan kalma bu kadar çetrefil ve çözümü olanaksız bir bilmeceyle hiç karşılaşmadım. Tarih öğrenmemize, parametreleri sıralamamıza gerek yok. İçinde yaşıyoruz… Yılın ilk yarısını propagandası, tozu-dumanı, gürültü-patırtısıyla seçim için geçirdikten ve oylarımızı meşruiyetine gölge düşürmeden kullandıktan sonra yılın ikinci yarısına neden seçimle giriyoruz? Gelecek yıl da ardarda iki seçim olur mu? Neden olmasın? Bundan sonra dört yılda bir yerine Haziran ve Kasımlarda mı olur hep seçim? Olmayacağından emin olan var mı? Niye sadece bir kez tekerrür etsin de iki etmesin? Açıklaması olan var mı?
Lineker’le başlamıştık ne dediği anlaşılıyordu: son ana kadar gecikse de er-geç Alman takımına gülen şansa sitem ediyordu.
Şunu dese de anlar mıydık? “Futbol, sonucu ne olursa olsun tekrar edilen bir oyundur”. Ardında imâlı bir kinaye aratmayacak derecede saçma olurdu bu söz. Çünkü, şans oyun denen ve baştan konmuş kuralların sınırları içinde cereyan eden faaliyete içkindir. Oysa tekerrür, oyunun bozulması demektir. Oyun deyince çocuklar gelir akla ama oyuna en uzak olan da onlardır, çünkü oyunu sürdürecek yegâne şart olan kuralların mutlaklığını sindiremezler içlerine ve yenilince çabucak değişsin isterler. Çabucak o sırada o oyunu oynamayanların dünyasına geçip kurallardan kurtulmak isterler. Şans kuralların oyunculardan birinin lehine çalışması olarak her türlü oyuna dahildir. Ama tekrar oyunun bozulduğunun en aşikâr işaretidir. “Haydi bunu saymayıp yeniden başlayalım!” Oyun içi değil, oyunun dışına çıkma talebidir.
Benim Lineker’e referansla söylediğim de aşikardı; Peki şu? “Seçim; sonuçları alınır alınmaz tekrarlanan siyasi bir mekanizmadır!” Genellemekten de geçtik, bir kereliğine oluşu dahi açıklanabilmiş, sindirilebilmiş midir? Ki, zamanı mercii? Muhtemel oy kaymaları konuşuluyor, konuşulup akıl ve mantık yürütüldükçe de anlaşılmazlık dozu artıyor. Çünkü lehte, aleyhte sarfedilen her söz bu nedensiz tekerrüre biraz daha alıştırıyor bizi ve alıştıkça da tekrarın oyunun bozulması demek olduğunu unutup parçası olduğuna inandırılıyoruz. Oysa oyunu sürdürmekle vazgeçmek arasındaki bir tercih bu noktada karşımızda duran.