Daha önce dile gelmiş miydi? Bilmiyorum. Açık-Radyo “metropolitika” programcıları Aysim Türkmen, Korhan Gümüş, Murat Güvenç 16 Kasım tarihli son programlarında dünyanın başına bir felaket habercisi gibi çöken Trump gerçeğine nihayet makul ve maddeci bir açıklama getirdiler. Birbiriyle bağlantılı iki gerçeğin tarihsel biraradalığı üretmiş Trump’ı.
İlki göstermelik de olsa devletler tarafından benimsenip egemen değer statüsü verilmiş aydınlanma ertesinin hümanist ve demokratik değerleri. Diğeri neo-liberalizm adı verilmiş çağdaş küresel kapitalizmin nimetlerini küreselleşme endeksi yüksek metropollerinin merkezlerinde yaşayan kentli sınıflara sunup, o kentlerin marjında ve dışında kalanları ötekileştirmesi.
İşte bu çağın parıltılı merkezlerine yaklaşamayan kırsal ve metropol çeperli geniş kitle, çağdaşlığı “politically correct” [siyaseten doğru] statüsüyle tescillenmiş o demokratik hümanizan değerleri, o ulaşamayıp, film, reklam ve dizilerden tanıdığı merkezlerde oturup tüketen yeni orta sınıfla özdeşleştirip, asla ulaşamayacağı maddi piyasa değerlerinin asla ulaşamayacağı manevi değerleri diye kodluyor. O değerlerle arasında aşılamayacak derin bir uçurum görüp onları siyasal görüş olarak benimsemiş sola ve demokratlara mesafeli duruyor. Sağcı ve/ya cumhuriyetçi olduğundan değil, hele ki bidon kafalı olup göbek kaşıdığından hiç değil, dışlanmış olduğundan mesafeli ulaşılmaz merkeze ait gördüğü değerlere.
Haksız da değil. O demokratik hümanist değerlerle özdeşleştirdiği kapalı sitelerde oturup plazalarda yaşayan yeni-orta sınıflar gerçekten de kapalı onlara. Demokratik-hümanizan değerlerin adresi olduğu da tamamen yanlış değil. Hele ki Amerika’da, iyi üniversite diploması o site ve çarşıların güvenliğinden bile korunaklı bir zırh o yeni orta sınıfları dünyanın geri kalanı arasına karışmaktan koruyan. O siyaseten doğru’dan milim şaşmayan steril dilleri de okul rozeti kadar muteber en aşikâr etiketleri.
Tartıya gelmeyecek ahret sorusu bu değerlerin ifadesi dilin kâr-zarar hesabı. Dil kullanımının da en zorlularından bir ideolojik mücadele alanı olduğunu en kalın kafalısına kadar öğrenmeyen kalmadı da, karşıdan hep yeniden “onlar konuşur AKP yapar!” gürültüsü gelmesine yetiştirecek cevabı olmuyor o sözcü tercihlerini herşeyden ziyade ciddiye alan sözcük bekçilerinin. Ama faydası yok. Sayfiye yaz akşamının aldırışsız sükunet atmosferinden dökülürcesine duyuluyor sanki Anane, Dalida ya da Ajda’nın kül yutmaz seslerinden o keskin reddiye sözcüğü parole/lâf/palavra…
Hatta Amerikalı demokratarın ayağına dolaşan şöyle bir tarafı olduğunu hatırlattı Amerikalı bir dostum. Clinton’un seçilmesinden beri iyi eğitim mahsulü değerlerini o kadar yüceltmişler ki o dilin işaret ettiğinin propaganda söylemi siyaset geleneklerindeki sosyal adalet vurgusu ve vaadinin yerini alır hale gelmiş. Dolayısıyla yoksulun halinden bihaber sefa avcılarına dönüşmüşler. İşte sırf Trump değil, Berlusconi’den, Putin ve Erdoğan’a dünya sağa kayıyor izlenimi uyandıran tüm popülist liderlerin sırrı burada. Düello siyasetin içeriğinden dile kayınca, dilin de içeriği ve etik statüsü değil, bıraktığı izlenim belirleyici olup lümpen dil, elit okul dilini yaya bırakıverip dikti Trump’ı karşımıza. Yapısalcılar göstergenin nedensizliğini yeterince vurgulamıştı. Onunla ilgisiz olmasa gerek, TDK’da kümelenmiş Kemalistler’in de başına geldiği gibi sözcüklere odaklanmış, dile aşırı hassasiyet hakikat kaybının engeli değil, müsebbibi oluveriyor. Yoksa zenci yerine siyah, ibne yerine eşcinsel veya gay, orospu yerine fahişe kullanılarak onca zamanın bir sözcükle boca ediliveren itibarsızlaştırıcı ağırlığının çöpe atılması elbette az şey değil. Yeter ki mesela sınıf farklarının acımasızlığı daha da artan gerçeğini perdelemesin. Kimlikler önemsiz değil tabi. Ama Obama’ya “Tabii yapabiliriz!” dedirten siyahiliğinin yerini kaşla göz arasında Harvard diplomasının alışına bizimle beraber siyasi yoldaşları da tanık olur. Bir Beyaz Saray şovunda son çeyrek yüzyılın herhalde en sivil-isyankâr filmi Blues Brothers’ın onca cazip tınısı arasından sıyrılıp sembolü olmuş “Sweet Home Chicago”nun ağzından dökülüvermesi de eviremez zamanı artık geriye. Olan olmuş, Amerika’nın aktüel paradigmatik gerçeği diploma, yüzyılların gerçeği deri rengini alaşağı edivermiş önceki seçimin tercihini siyahların arasından alıp Cambridge’lilerin arasına koyuvermiştir. Trump’ın kürenin gözleri önünde cereyan eden lümpenlik gösterileri de kendi zaferini Harvard’lı hukukçu kıvraklığıyla Modern dünyanın sembol çelişkilerinden sayılmış, siyah-beyaz karşıtlığının aşılıp dayanışmasına dönüşmesinin nişanesi olarak tarihe yazdırmasının hıncını görmeyip, bidon kafa kişiliğine vermek. Onun “siyah diye seçtiniz elit çıktı! Bir de elitliği kocasından, kılığından da belli şu biçareyi kadın diye seçme gafletine düşmeyin!” taktiğinin oyununa gelmek olmaz mı?
Nitekim oldu ve kazandı. Sadece Amerikalı demokrat kamuoyu değil, ısrarlı antipatikliğiyle bütün dünyanın öfkesini üzerine çekse de diğerinin siyah yerine Harvard’lı gözükmesi gibi dünyayı ısıtarak felakete sürükleyen paragöz kapitalistlerin temsilcisi gibi değil, çoktan treni kaçırıp o doğal felaketin çok öncesinden sosyal felaketlerin kurbanı olmuşların sesi ve sözcüsü olduğuna inandırdı. Hem de en başından ve kazandı. Hillary’e gelince “duyduğum en akıllı değerlendirme yine Açık-Radyo’da Ömer Madra’dan geldi: “Yeter ama Hayır!
O dışlanmış emekçi sınıflar, dışlayan yeni-orta sınıfllar ve bu oyunun kurucusu sermaye sınıfları üçgeninin içine kaba-saba jestlerle kendini seçtirecek bir ustalıkla yerleşip kazandı. Eskiden “kandırmak” dediğimize artık “algı yönetimi” denmesi eylemin de profesyonelleşmesinin işareti. Öyle ya kandırmak aile fertleri, arkadaşlar, eş-dost, hısım-akraba tanışıklıklarının ifadesine terkedilip Trump gibilerin o cehennemi üçgen içinde açtığı hareket alanını ifade etmez oldu. Tıpkı 7 Haziran seçimlerinin nasıl göz göre göre olmamış gibi yapılmasının üstüne bir de unutturulmasını bırakalım açıklamayı dile getirmeye bile kifayet etmediği gibi. 1 Kasım’da seçim olmasına bile razı hale getirilmemiz kandırma fiili ancak algının profesyonelce yönetilmesiyle mümkün oldu…
Bizim populist politikacılardan Altan Tan’ın çakma sosyalistleriyle, Bahçeli’nin viskici HDP’li şerefsizleri kadar Erdoğan’ın Georg ve Hans’ı da kendilerini dışlanmışlar safına iyice yaklaştırmak üzere yeni-orta sınıfları temsilen yaratılmış stereotip’lerdir. “Nereden çıktı bu idam?” diye de şaşmamak gerekir. 7 Haziran hariç seçimlerden hep istediğini almış Erdoğan’ın agresif bir hamleyle kitlesiyle bir kez daha ve daha sıkı kenetlenme hamlesi diye görülebilir.