1. Şvayk
Yaroslav Hasek’in kitabını okuyarak hazırlanmak, darbe ertesi de olsa, kısa dönem olduğundan görece hafif atlatılmış askerliğimi daha da kolaylaştırmıştı. Anlamamazlıktan, bilmemezlikten gelme (Almaza yatma!) kapasitemi geliştirip dayanıklığımı artırmıştı.
Sabahları koğuş binasından çıkıp soğukta kahvaltı binası kapısında beklemek yerine yarım saat daha uyuyup o vakti yataklarımızda geçirmemizin kime ne zararı olacağını akşam dersi denen propaganda saatinde herkesin önünde sorunca örtük bir takdir tonuyla “Sen bu işi anlamadan çıkıp gideceksin buradan.” yanıtı almıştım. Sonra iş, askerin namusu denip durulan tüfeğimi çalılıkta unutmamın görmezlikten gelinmesine kadar vardı.
2. Pejmürde asker
Öte yandan ben de, çoğunluğun üstüne uyan elbiselerle daha güzel olmaya çalıştığı (ütücü bulup pantolon ütületen bile olmuştu) bir ortamda orada elimden gelen en kılıksız halimle bulunup, geziniyordum. Zaten büyük beden niyetine uzun yerine çok bol pantolon verildiğinden belime kemer yerine urgan bağlamıştım. Üşümemek için içime giydiğim lacivert-mavi eşofmanın yakası gömleğimden, altı da postalla paça arasından görünüyordu. Zaten tonları da berbat olan o renk çiftinin hâki rengiyle girdiği uyumsuzluk resim yapmak için cebimde tuttuğum mum boyalarla ara-öğün kumanyası peynirin yağmurda karışarak parkamda bıraktığı lekeyle de birleşince en iyi niyetli diyalektiği bile çileden çıkaracak; annemin ziyarete gelince “aman Allahım!” nidasıyla gözünü yaşartan bir görüntü oluyordu sonuç.
Şvayk aramızda şahsiyetlere göre çeşitlenerek yayılıp kollektifleşen kasıtlı aldırışsızlık tutumunun adı olmuştu. İsimden ziyade bir tutumun adıydı.
3. Çıplaklar
Agamben’in referansıyla keşfettiğim aykırı Alman aydınlanmacı Heinrich von Kleist’tan okuduklarım canlandırdı o anıları.
4. Alelade insanlar
Çıplaklığın estetik bir vücut dili olabildiği orta sınıf kadınların striptizi keşfinden önce de malumdu zaten. Hatta zeki striptizcilerin erkek egemenliğinin muhtemel itibarsızlaştırmalarının berisinde onları bir yandan da utandırdıklarının farkındalığıyla savuşturduklarına da kuşkum yok.
Ama yine Agamben’den öğreniyoruz ki, “Çıplaklıklar”(s.71)
Marqui de Sade Sodom’da çıplaklığı tabii ki ötekini cezalandırma aracı olarak kullanmış ve Pasolini de Salo’da ona referansla patronlara çıplak adamlarını denetletirken bir tehdit olarak kullandığının bilincindeymiş. Agamben aldırışsızca tehdit olarak sergilenen çıplaklığı çağdaş sanattan da V.Beecraft’ın Berlin Nationalgalerie’deki performansıyla örnekliyor.
Burada “Anadan doğma” adıyla oynamış “Full Monty” de ilişkinin tersine çevrilerek erkekleri seyrettirip eğlenceli olabilmiş çeşitlemesiydi.
“Çıplaklıklar”ın epigramı Kleist’tan alınma “Dünya tarihinin son bölümü” yazısı (s.137) da zaten doğrudan “bilmeme” üzerine; Şvayk’a da orada atıfta bulunuyor. Aydınlanmanın aykırı karakteri Kleist “Kırık Testi”oyununun ardına konmuş “Kukla Tiyatrosu üzerine” yazısında konu ettiğim umursamazlığın felsefesini yapan üç hikaye anlatıyor: Biri kadınların seyrine doyamadığı yakışıklı, güzel delikanlının ünlü bir heykeldeki oturuşu taklide kalkıştığı anda büyüsünü ebediyyen kaybetmesi üzerine, diğeri kaba gücün taşıyıcısı bir ayının sadece refleksleriyle kendini koruyuşundan dövüş sanatı öğrenmiş iki kardeş…
Ve nihayet iyi kukla yönetmenin onun uzuvlarına hükmederek değil, onları teker-teker yerçekimine bırakabilmekle mümkün olduğunu keşfetmiş bilge kuklacı hakkında üç hikaye.
Hepsi sıradan insanların başından geçenler; belki de hüzünleri onunla ilgili.
5. Adsız şöhret olur mu?
Claude Levi-Strauss gibi 20.yüzyılın en tanınmış düşünürlerinden birinin başına gelip ismiyle de ilgili olunca komik de oluyor: Amin Malouf; 2011’de O ölünce yerine atandığı Fransız akademisine kabul töreninde usul gereği hakkında konuşurken anlatıyor: 2.dünya savaşında taşrada askerken kaçıp, Paris’deki görevine dönmek isteyince memurun, bu soyadıyla Paris’e gitmenizin sorumluluğunu taşıyamam demesinin nedeni Nazi işgali ve soyadının aşikar kıldığı Yahudiliğinin başına getirecekleri olduğunu epey sonra anlamış. Sonra New York’a kapağı atınca vatandaşlığa kabul görüşmesindeki memur jean markasıyla karışmasın diye Claude eklemiş adının başına. On yıl daha geçip, bildiğimiz Levi-Strauss olmaya başlayıp da California’da yer ayırtmak için lokantada adını verdiği garson “Hangisi? Pantolonların mı, kitapların mı üzerinde yazan?” diye sorunca şöhretiyle birlikte adının da tekrar farkına varmış.(s.20-21) Malouf konuşmasını onun; dünya üzerinde insanların olmadığı zamanlardan, olmayacağı zamanlara kadar düşünen biri olduğuyla bitirmiş. Belki de o nedenle dostunun tedavi edip bıraktığı ve serbest bırakılmasına rağmen omzuna dadanarak onun olmuş küçük kargası; ardından yabancılık çekmesin diye bahçıvanına bıraktığı ceketin omzuna hiç gelmemiş, çünkü ceketi değil Levi-Strauss’u arıyormuş. Karganın hafızadan ayrı düşünülemeyecek kiniyle ünlü olduğunu duymuştum da bu tutkunun Malouf’un söylevini kapatacağı ölümsüzlük arayışıyla ilgisi var mıdır? Onu bilemem.
Ama, dini, rengi, cinsiyeti bir yana; medeni dünyanın tartışmasız en düşük statülü insan grubu; ataları bizimkilerle birlikte evrilmemiş göçebe insan topluluklarının pekala bizlerle aynı, hiç değilse akraba alışkanlıklarla yaşadıkları gibi doğusu, batısıyla modern insana kabul ettirmesi en zahmetli gerçeği, ele-güne öğretmiş yüce gönüllü bilgeye uçarı ve alelade bir kuşun sadakatinden daha uygun yaşlılık hediyesi de düşünemiyorum.