Bu sene, 1917'de vuku bulan Ekim Devrimi'nin (ED) yüzüncü yılı. Bu münasebetle dünyanın birçok yerinde bu önemli tarihî olay hem öncesi hem sonrasıyla ayrıntılı biçimde ele alınıyor. Türkiye’de ise ne yazık ki hak ettiği ilgiyi — özellikle akademik çevrelerde — görmüyor. Türkiye'de Ekim Devrimi ile en çok sosyalist çevreler ilgileniyor. Onlar da daha ziyade ED’nin ne denli mühim ve insanlığa yararlı olduğundan dem vuruyor.
ED dünyada ilk defa — hem de çok büyük bir toprağa ve nüfusa sahip bir ülkede — sosyalizmin hayat bulmasını sağladı. Ondan önce de sosyalist tecrübeler yaşanmıştı ama hiçbiri Sovyet-Rus tecrübesiyle karşılaştırılamaz. En etkili sosyalist düşünür olan Marx, kendi sosyalizmini daha ziyade determinist tarihî gelişim şemasında kapitalizm sonrası olarak görmüş ve sosyalizmi ağırlıklı olarak bir kapitalizm eleştirisi biçiminde formüle etmişti. Gerek onun gerekse diğer tanınmış sosyalist yazarların çalışmalarında, sosyalizmde (ve komünizmde) hayatın nasıl olacağı hakkında yeterince ayrıntılı bir açıklama veya öngörü yoktu. Marx’ın, sosyalizmden sonra gelecek komünizm aşamasında “kıtlığın ve işbölümünün ortadan kalkacağı; insanların sabah balık tutup, öğleden sonra sığırlarla meşgul olup, akşam da felsefi tartışmalara katılacağı” yolundaki sözleri içeriği olmayan, propaganda amaçlı bir tür cennet vaadinden ibaretti.
Bu biraz olsun anlaşılır bir durumdu. Marksist şemada her toplumsal safha bir öncekine kıyasla bir ilerlemeydi. Marx’a göre kapitalizm muazzam bir zenginlik yaratmış ve üretimi bir problem olmaktan çıkarmıştı. Artık mühim olan üretmek değil paylaşmaktı. Sosyalizmde değişen insan tabiatı, komünizmde kardeşlik ve eşitliğe dayanan bir paylaşıma vücut verecekti. Bu hoş bir anlatımdı ama fazla anlamı yoktu. Gittikçe daha karmaşık hale gelen toplumların nasıl organize edileceği (var olacağı) hakkında hiçbir şey söylememekteydi. Bu yüzden, soyut akıl yürütmeleri aşan tecrübelere ihtiyaç vardı. Bazı toplumlar sosyalizmi denemeli; sosyalizm altında işlerin nasıl yürüyeceği görülebilmeliydi.
Kuşku yok ki her düşünür, sosyalizmin topluma ne getireceği hakkında Marx kadar iyimser değildi. 1870-1914 arası klasik liberalizmin yayıldığı, barışın egemen olduğu ve refahın hızla yükseldiği bir dönemdi. 1820’de doğan Herbert Spencer, ilk başlarda insanlığın iyiye gittiğinden çok emindi. Zamanla yanıldığını anladı. Aradan yarım asır geçmeden, yükselmekte olan sosyalist dalgayı görerek Devlete Karşı İnsan (1884) kitabında sosyalizmin insanlığı köleliğe götüreceğini yazdı. Gustave Le Bon ise Sosyalizmin Psikolojisi (1899) adlı kitabında insanlığın kaçınılmaz olarak sosyalist denemeler yaşayacağını, bazı toplumların âdetâ kendilerini kurban ederek sosyalizmin ne olduğunu insanlığın anlamasını kolaylaştıracak tecrübeler yaşayacağını belirtti. Yanılmıyordu.
Gelgelelim, bugün bile sosyalizm hakkında eleştirel yaklaşımlar övücü yaklaşımlardan çok daha az. Üstelik bu tavır sadece sosyalistler arasında değil, sosyalist olmayanlar — hattâ sosyalizme karşı olduğunu beyan edenler — arasında da yaygın. ABD’de yapılan kamuoyu araştırmaları, sosyalizmi kapitalizme tercih ettiğini söyleyenlerin oranının bir kat fazla olduğunu gösteriyor. Türkiye’de bu tür araştırmalar yapılmıyor ama medyada ve akademide egemen dili incelemek, sosyalizmin aydın muhitlerinde ne kadar itibarlı olduğunu gösteriyor. Kimi muhafazakâr — hattâ liberal — yazarlar bile Türkiye sosyalistlerini eleştirirken “sosyalist olduğunu iddia eden” veya “sahte sosyalist” gibi ifadeler kullanıyorlar. Böylece bir tür sosyalizmi aslında onayladıklarını gösteriyorlar.
Klasik bir liberalin sosyalizmle ilgilenmesi için — en azından — iki neden var. İlki hakikate ve insana saygı. Sosyalizm tecrübeleri bir maliyetle yaşandı. Bu maliyetten, sonraki yazılarımda daha ayrıntılı olarak bahsedeceğim. Bunun görmezden gelinmesi veya sıradan bir şeymiş muamelesi görmesi benim vicdanıma dokunuyor. Mağdurların, mazlumların hakkı ve hatırası için sosyalizmle ilgilenmem gerektiğini düşünüyorum.
İkinci neden, sosyalizm ile klasik liberalizmin birbirinin zıddı iki kutup olması. Benim de paylaştığım bir görüşe göre aslında iki ana ideoloji mevcut: Liberalizm ve sosyalizm. Bir ülkede, entellektüel ve siyasal kültür ortamında bunlardan birinin ilerlemesi diğerinin gerilemesi anlamına gelir. Dolayısıyla, sosyalizmle ideolojik bir zıtlığım var. Onun gerilemesinin insanlığa daha yarayışlı bir çizgi olan klasik liberalizmin önünü açacağını düşünüyorum. Bu yüzden de sosyalizmle ilgilenmek durumundayım.
Serbestiyet.com’da peş peşe kaleme alacağım birkaç yazıyla sosyalizmi hemen her bakımdan analiz masasına yatıracağım.