CHP genel başkanı ve parti sözcüleri sık sık iktidar partisini FETÖ’nün siyasî ayağını ortaya çıkarmamakla — ortaya çıkaramamakla değil — itham ediyor. AK Parti’nin, ya da en azından içinden bazılarının, FETÖ’nün siyasî ayağı olduğunu ima ediyor. Bu iddiasını geçmişte AK Parti ile o zamanlar Gülen Cemaati olarak bilinen yapı arasındaki işbirliğine dayandırıyor. AK Parti’nin FETÖ’nün devlete sızmasına yardımcı olduğunu öne sürüyor. CHP Erdoğan’ın başka bir bağlamda söylendiği aşikâr olan “Ne istediniz de vermedik!” sözünü iddiasının delili olarak gösteriyor.
FETÖ’nün bir taraftan organik bir yapısı (yani demir disiplinli, Gülen’e ölümüne ve öldürmesine sadık üyelerden oluşan bir dokusu), diğer taraftan etrafında tuttuğu veya tutmaya çalıştığı (amaçları doğrultusunda manipüle ve seferber etmeye gayret ettiği) dar ve geniş çevreleri mevcut. FETÖ’nün örgüt yapısı içinde küçük veya büyük hiçbir partinin yer almadığı kesin. Bunun iki sebebi var. Birincisi, örgütün siyasete bakışı; Gülen’in açık, meşru, demokratik siyasete duyduğu ilgisizlik ve hattâ kızgınlık, öfke, nefret. Gülen başından beri siyaseti ve siyasetçileri küçümsedi. Çok sevdiği güce ulaşmanın yolunu yarışmacı siyasete değil bürokratik iktidara yatırım yapmakta gördü. Parti kurmak, seçimlere katılarak iktidara gelmek için enerji, zaman ve para harcamak ona lüzumsuz ve yararsız göründü. İkincisi, güç tekeli elde etmek isteyen bir oluşumun kendisini tek parti içine sıkıştırmasının yanlışlığı. Bu, FETÖ’yü halk nazarında kaçınılmaz olarak sekter bir güç hâline getirecekti. Ayrıca örgütün deşifre olmasına sebep olacaktı. Partiye kaydolan FETÖ üyelerinin listesi hem devletin elinde olacak, hem de isteyen birçok çevre ona kolayca ulaşabilecekti. FETÖ bunu göze alamazdı, almadı.
Bununla beraber, FETÖ siyaset alanını boş da bırakamazdı. Çünkü demokratik meşruiyet ve meşru güç siyasette yatmaktaydı ve FETÖ lehine etkilenmeyen ve/ya yönlendirilemeyen partiler (özellikle iktidar olduklarında) FETÖ’ye zarar verebilirdi. Ayrıca, üst seviyedeki bürokratik makamlara ulaşmada siyasetin doğal olarak bir rolü, belirleyiciliği vardı. İktidar partilerinden yararlanmadan kilit bürokratik pozisyonlar ele geçirilemezdi. Bu yüzden de FETÖ siyasetle ve siyasî partilerle bir şekilde ilgilenmek zorundaydı.
İlgilendi de. Siyasete en uzak göründüğü zamanlarda bile FETÖ aslında siyasetin içindeydi. Siyasetteki varlığının görünür, alenî yüzü siyasî liderlerle ve (belki) onların yakın çevreleriyle kurulan ilişkilerdi. FETÖ her iktidar partisinin lider kadrosuyla yakın temaslar geliştirdi. Yıldızının barışmadığı başlıca kişi ve siyasî hareket Erbakan ve onun partisiydi. Yıldızların barışmaması ve hazzetmeme durumları karşılıklıydı. Bunun sebepleri araştırılmaya değer. FETÖ açısından bakıldığında benim aklıma iki şey geliyor: Erbakan hareketinin iktidar olma şansının mevcut olmadığına inanılması ve ortak kültürden gelerek aynı kulvarda oynamanın yarattığı hasımlık. Bu ikincisini kardeş anlaşmazlığı veya kardeş savaşı olarak yorumlamak da mümkün. Buna karşılık FETÖ Demirel, Özal, Ecevit ve daha alt seviyede birçok siyasî ile iyi ilişkiler geliştirmeye çalıştı. Hattâ 12 Eylül cuntasının lideri Evren’le de.
AK Parti çevredeki toplumsal tabakaların koalisyonu olarak iktidara geldi. Gülen Cemaati bu tabakalar arasındaydı. AK Parti liderliği — sadece Erdoğan değil, Gül, Arınç, Çiçek ve sonra Davutoğlu dâhil tüm lider kadrolar — Gülen Cemaati’ni esas olarak eğitim alanında çalışan, devlet kadrolarına dindar elemanlar yetiştirmeye ve yerleştirmeye çalışan bir hareket olarak gördü. Kamu makamlarından dışlanmış dindar insanlarının kamu gücüne taşınması hem dindar muhafazakâr çevrelerin, hem de soluyla sağıyla tüm demokratların desteklediği bir adımdı.
Ancak herkesin — sadece AK Parti liderliğinin değil, gelişmeleri takip eden tüm şahısların ve kesimlerin — bilmediği, belki de bilemeyeceği bir şey vardı. Erdoğan ve arkadaşları Gülencilere kamu kurumlarında ve kadrolarında alan açarken onların siyasal itaat-sadakat ilkesine bağlı kalacağını varsayıyordu. Hattâ Gülencilerin kendilerine müteşekkir olacağını ve borçlu hissedeceğini düşünüyordu. Oysa Gülen örgütünün hedefi devleti kendi devleti yapmaktı. Mensuplarının sadece manevî sadakati değil siyasî sadakati de Gülen’eydi, Erdoğan’a değil.
Erdoğan’ın “Ne istediler de vermedik!” derken kastettiği, öyle sanıyorum ki, esas itibarıyla Fetullahçıların kamu görevine getirilmekten dışlanmamalarıydı. Dindarları devlet kadrolarına eklemek zaten AK Parti’nin misyonuydu. Ama bir olgu AK Parti – Fetullahçılar ilişkisini daha özel bir konuma taşıdı: bürokratik vesayetle mücadele. Bu mücadelenin ana gücü AK Parti’ydi ve demokratik meşruiyeti de AK Parti’den kaynaklanmaktaydı. Ama daha önce de demokratik meşruiyete sahip aktörler çıkmıştı ve bunlar bürokratik vesayetle mücadeleye ya hiç girişememiş, ya da kozmetik adımlar atmanın ötesine geçememişti. Mücadelede başarı, alandaki elemanların, yani bürokratik kadroların varlığını gerektirmekteydi. Yetişmiş, hazır alternatif kadrolar sadece Gülenistlerde vardı. AK Parti hükümetleri bir anlamda bu kadrolarla çalışmaya mecburdu ve nitekim bundan kaçınmadı, kaçınamadı.
FETÖ AK Parti’den önce de, görünürde siyasetten uzakta ama aslında siyasetten de yararlanarak, daha doğrusu üst seviye siyasetçileri kullanarak, devlette kadrolaşmaktaydı. Gizli olması, her renge bürünebilmesi, tüm kılıklara girebilmesi, dindarlara karşı hastalık derecesinde alerji duyan TSK’da bile Fetullahçıların tespit ve tasfiye edilmesini engellemekteydi. Sivil kurumlardaysa neredeyse onlara karşı yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Hiçbir kurum onlardan ari olma şansına sahip değildi. Şüphe yok ki FETÖ’nün bürokratik kadrolaşması yıllar geçtikçe genişlemekte ve derinleşmekteydi. AK Parti’nin iktidara gelişi ve vesayetle mücadele mecburiyetinde kalması, FETÖ’nün devlet içinde kendi devletini kurma sürecine yeni bir ivme kazandırdı.
Bu arada, hiç kuşkusuz, diğer partiler de FETÖ’nün ilgi ve faaliyet alanı içindeydi. Artık biliyoruz ki önce Baykal’a, sonra yaklaşık bir düzine üst seviye MHP’liye yapılan kaset operasyonları FETÖ’nün marifetiydi. FETÖ HSYK’yı ele geçirerek devlet içinde kurmakta olduğu saadet-güç halkasını tamamlamasını sağlayacak yolu açacağı için, 2010 referandumuna büyük önem verdi. Gülen adamlarına “Gerekirse ölüleri mezarlarından kaldırın, oy kullandırın” talimatını verdi. Bu yüzden Gülenciler referandum için AK Parti teşkilâtından daha sıkı çalıştı. AK Parti’nin HSYK’da çoğulluğu sağlayacak, böylece HSYK’nın tek bir grubun eline geçmesini önleyecek seçim sistemi önerisini, CHP’nin itirazı üzerine AYM’den çıkarttırdığı bir kararla engelledi. FETÖ HSYK’yı ele geçirince artık önünde hiçbir gücün duramayacağına inandı. Çok da haksız değildi, meğer ki Erdoğan gibi “çılgın” bir siyasî lider iş başında olmasın…
Erdoğan 2010 referandumundan sonraki gelişmelerde FETÖ’nün varlığını sezmeye, bir süre sonra görmeye başladı. Gördüğü — ve hepimizin masum bir cemaat sandığı — şeyin korkunç bir örgüt olduğunu anladı. Yine de, FETÖ’nün çapından ve olası cüretkârlığından muhtemelen tam olarak haberdar değildi. Partisinde elbette Fetullahçı milletvekilleri de vardı. 2011 seçimlerinde Fetullahçılardan gelen ve seçilmesi mümkün yerlere yerleştirilmesi istenen (yaklaşık 100 kişilik olduğu söylenen) aday listesini reddetti ve çok sınırlı sayıda Fetullahçıyı aday listelerine koydu. O zaman ne yaptığını, kararının ne kadar önemli olduğunu tam olarak idrak ettiğini, edebilecek durumda olduğunu pek zannetmiyorum. Bu basiretli adımı atmasaydı ve listelere istifa ederek hükümeti düşürebilecek sayıda Fetullahçı koysaydı, şimdi çok farklı, büyük bir olasılıkla Fetullahçıların kontrolü, daha doğrusu tahakkümü altında bir Türkiye’de yaşıyor olacaktık.
Erdoğan ve partisi Fetullahçılarla olan ilişkisi yüzünden eleştirilebilir. Fakat yiğidi öldürsek de hakkını vermek hakkaniyet gereğidir. Kriminal kimliklerinin, yani FETÖ’cü yüzlerinin deşifre olmadığı zamanlarda Fetullahçıların kamu makamlarına alınmaması ve bulundukları yerlerden tasfiye edilmesi ayrımcılık olurdu. Buna tüm demokratlar karşı çıkardı. Yapılanın demokrasiye aykırı olduğunu ve insan haklarının çiğnendiğini söylerdi. Kaldı ki, AK Parti (ve Erdoğan) FETÖ deşifre olduktan sonra bir özeleştiri yapıp, FETÖ’ye karşı hepimizin hak ve özgürlüklerini ve de demokrasiyi koruma adına zorlu ve onurlu bir mücadele başlattı.
Erdoğan’ın Gülen örgütüne karşı sessiz sedasız harekete geçmesi 2010’dan itibaren Fetullahçıların muhalif siyasî partilere ilgisini artırdı. Çünkü FETÖ hükümete savaş açmıştı. Bu savaşta siyasî desteğe ihtiyacı vardı. 2010 kasetleriyle CHP liderinin değişmesinde rol oynayan FETÖ, MHP’yi de ihmâl etmedi. MHP’yi AK Parti’ye karşı savaşın ayaklarından biri hâline getirecek manipülasyonlara başladı. FETÖ’nün HDP’yi boş bırakmış olamayacağına da kaniyim. HDP’de hiç ummadığımız isimler FETÖ’cü veya FETÖ’nün kontrolünde çıkabilir.
Sonuçta, FETÖ’nün siyasî ayağı niteliğine sahip, onun organik parçası olan bir parti yok. Yani ne AK Parti, ne CHP, ne MHP, ne de HDP FETÖ’nün siyasî ayağı. FETÖ her partiyle ilgilenmişse de hiçbir parti onun malına dönüşmemiş. Ama partilerin FETÖ’nün organik parçası olmamaları, onların FETÖ tarafından bir şekilde kullanılmayacağını göstermiyor. AK Parti’den zaten bahsettim. Geldiğimiz noktada FETÖ AK Parti’den umudunu kesmiş vaziyette. Benzer bir durum MHP için de söz konusu. Bahçeli inanılmaz bir basiret, cesaret ve bilgelik göstererek FETÖ’ye karşı doğru bir tavır benimsedi ve bu çeteye âdetâ savaş açtı. Geriye CHP ve HDP kalıyor. CHP ve HDP’nin FETÖ’nün partileri olduğunu söylemek haksızlık olur. Lâkin FETÖ’den etkilenmediklerini söylemek de saflık yapmak ve ortadaki olgu ve işaretlere gözünü kapatmak anlamına gelir. Bu etkiyi veya ilişkiyi — artık ne derseniz — bu partilerin söylemlerinden ve bazı icraatlarından rahatlıkla anlayabiliyoruz. Gezi’den beri CHP’nin siyasî dili ve konu stoku FETÖ’nünkiyle iç içe. CHP ne 17/25 Aralık’ı ne de 15 Temmuz’u failin adını zikrederek yüksek sesle ve ciddî şekilde kınayabiliyor. MİT operasyonunu da, MİT tırlarına operasyonları da lânetleyemiyor. FETÖ ile mücadeleye zerrece katkısı yok. Tam tersine, “kontrollü darbe” ve “20 Temmuz darbesi” sözleriyle FETÖ’nün değirmenine su taşıyor. HDP 7 Haziran seçimleri öncesinde anlaması çok zor bir eksen kaymasına uğradı. FETÖ ile aynı hedefleri dövmeye başladı. Kürt probleminde tarihin en büyük açılımları yapmış bir siyasî hareketi — ve liderini — hedef tahtasına oturttu. Bu söylemin ve tutumun FETÖ’den etkilenmediğine inanmak güç.
FETÖ’nün organik parçası olan bir siyasî parti yok. Yani FETÖ’nün bıu anlamda siyasi ayağı mevcut değil. Ama CHP ve HDP FETÖ’nün manipülasyonlarına açık, hattâ onlardan çok etkilenmiş görünüyor. AK Parti ve MHP gibi CHP ve HDP’nin de, eğer gerçekten demokratsalar, FETÖ’ye ilişkin konumlarını gözden geçirmesi ve gayrimeşru, hukuk ve ahlâk dışı operasyonların faili olan bu çeteye karşı meşruluğun, açıklığın, demokratik siyasetin, demokrasinin usul kurallarının yanında yer alması lâzım.