Cumhuriyet gazetesi dâvâsının ara kararında tutuklu 12 gazeteciden 7’sinin tutukluluğunun kaldırılması, ülke adına olumlu bir gelişme.
Mahkeme başkanının davayı yıl sonuna varmadan bitirmek istediğini özellikle belirtmesi de iyi bir adım.
Ama hukuken durumları çok farklı olmayan diğer beş gazetecinin tutukluluk halinin devam etmesinin ve ilâveten, Ahmet Şık’ın sert, kızgın ve iktidarı itham eden savunması için suç duyurusunda bulunulmasının makul ve demokratik bir izahı yok.
Üstelik yedi gazetecinin tutukluluğuna son verilmesinin yarattığı olumlu gelişmeyi bariz bir şekilde gölgeliyor ve umutları kırıyor.
İpin ucu kaçtı
Kabul edelim ki AK Parti son birkaç yıldır basın özgürlüğü alanında ipin ucunu iyice kaçırdı.
İktidara yakın medya ne kadar aksi yönde yayın yaparsa yapsın, iktidarı gerek yurt içinde, gerekse uluslararası kamuoyunda çok zora sokan, olağanüstü olumsuz algılara neden olan meselelerin başında bu konu geliyor.
Çünkü iktidarla başı hoş olmayan, eleştirel tutum alan, can sıkıcı belgeler yayınlayan ve kimi olayların üzerine giden basın kuruluşları ve gazeteciler, AK Parti çevrelerince tersi ileri sürülse bile, hayli zamandır ağır bir yargı kıskacını yaşıyorlar.
Bu tavır sosyal medya kullanıcılarına yönelik olarak da aynı şiddette sürmekte.
Demokrasinin temel kriterleri arasında bulunan basın-yayın ve gazeteci özgürlüğünun da, bunlarla ilgili hukukun da neredeyse askıya alındığı gibi bir izlenimin oluşması, bu bakımdan çok haksız sayılmaz.
İktidarının muhalif medyayla kurduğu ilişkinin bir zamandan beri derinden derine aleyhine işlediği görülüyor. Ama AK Parti sanki böyle bir şey yokmuş gibi davranmaya devam ediyor.
Yargı peşin çalışıyor
Hukukî bakımdan hiç yeri ve zemini olmadığı halde olur olmaz tutuklama yoluna gidilmesi, tutuklamayı peşin verilen cezaya cevirmiş durumda. Cezaevinde yatan yattığıyla kalıyor.
Yargı sistemimiz tutuklamanın kural, tutuksuzluğun istisna olduğu, askeri darbe ve sıkıyönetim dönemlerini aratmayan bir noktaya savruldu.
Medya alanında ve özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında FETÖ ile ilgili soruşturma ve dâvâlarda bu tablo yaygın hale geldi.
Yeni yargı sistemi ve kurumlarının — bağımsızlığı ve tarafsızlığı bir yana — üzerinde AK Parti iktidarının bariz hakimiyetinin bulunması ve yetkililerin ağzına bakan hakim ve savcıların hayli fazla olması, suçlananların uzun süre iddianame beklemesi, aylar boyu duruşmaya çıkmaksızın cezaevinde tutuklu kalmaları, derme çatma iddianamelerle suçlanmaları, uyduruk delillerin ileri sürülmesi, ilkokul düzeyinde bile olmayan suçlayıcı bir “hukuk” mantığının hüküm sürmesi… halkın adalet duygusunu tepe takla etmiş ve sayısız insanı mağdur duruma düşürmüş bulunuyor.
İnandırıcılık bir kere kaybolmaya görsün…
İktidar yetkilileri medyayla ilgili hemen her olaya “Yaptıkları gazetecilik değil, terör örgütü üyeliği; terör örgütüne üye olmadan destek verme ve yardım etme; devlet sırrını açıklama ve casusluk” benzeri, sınırları belirsiz ve afâkî kavramlarla yaklaşıyor.
Bu, politik güdülerin teslim aldığı bir yoldur. Er geç hukuka toslar. Üstelik yakın geçmişte, bu iktidar döneminde bile çok örneği yaşandı.
İler tutar yanı olmayan bu ağır suçlamalar nedeniyle, artık adalete güvenin sıfırlandığının ve iktidarın inandırıcılığının giderek bittiğinin farkında olan kimse yok mu?
Yoran ne, yorulan kim?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 16 Nisan anayasa referandumunda elde edilen sonucun beklenen altında olmasını biraz (sonraki konuşmalardan anlaşıldığına göre, pek biraz da değil, daha ağırlıkla) AK Parti örgüt, yönetici ve üyelerinde görülmeye başlayan “metal yorgunluğu”na verdi.
Hattâ TBMM tatile girmeden yaptıkları son grup toplantısında konunun üzerinde etraflıca durdu ve yorulanların yerine yenilerin geleceğini, bütün örgütte bu yönde kapsamlı bir çalışmaya girdiklerini ifade etti.
Evet, uzun iktidar dönemlerinin sonunda partilerde yorgunluğa sebep olduğu, çalışma şevkinin azaldığı, iç sorunların ve rekabetin arttığı görülür. Böyle zamanlarda partinin program, politika, söylem ve pratiklerinin değişen döneme göre yeniden uyarlanması; yönetim kademelerinin ve üyelerin yeni yaklaşımla donatılmak üzere topyekün bir iç süreçten geçmesi gerekir.
2002 sonundan beri iktidarda bulunan, bütün dönemleri hayli hareketli geçen AK Parti’nin de böyle bir sürece girdiği, yönetici ve üyelerde yorgunluk görüldüğü doğrudur.
Ama sorun şurada: Değiştirilmesi gereken, metal yorgunluğu görüldüğü söylenen bazı AK Parti örgüt, yönetici ve üyeleri mi, yoksa ilk yıllardaki açılım gücünü, kucaklayıcılığını ve dinamizmini yitirdiği için ciddi tıkanmalar yaşayan merkez politikaları mı?
İktidardaki bir partinin merkez politikalarını etkileyen faktörler arasında hiç şüphesiz ekonomik durum, dış gelişmeler, terör (örnek vermeye bilmem gerek var mı!), darbe (15 Temmuz 2016), savaş şartları (güney sınırımızda, Irak ve Suriye’deki durum), dünya politikalarında söz sahibi büyük güçler… de bulunur. Yine muhalefet partileri, yasadışı güçler ve örgütler, STK’lar ve diğer toplumsal dinamikler de etkili faktörler arasındadır.
AK Parti’nin aşağıda sıralayacağım temel sorunlarda fırsatı kaçırmasında, elbette bunların da ciddi rolü ve etkisi olmuştur. Hattâ sorumlu oldukları ve ağır eleştiriyi hak eden birçok yönleri olduğu da mutlaka vardır. Ama konumuz bunlar değil. Uzun süredir muktedir konumunda olup, kendi iradi tercih ve tavırlarıyla üzerinde durduğumuz bu sonucun ortaya çıkmasını az çok hazırlayan AK Parti’nin kaçırdığı fırsatlardan, ayrıntılarına girmeden söz etmek amacımız. Bu nedenle de, diğerlerini şimdilik tartışma ve değerlendirme dışı tutarak üç temel sorun hakkında hatırlatmalarda bulunmak istiyorum.
Demokratikleşme, bir başka bahara
Türkiye yıllar boyu darbeler ve baskıcı iktidarlardan başını kaldıramayan bir ülkeydi. Batı’nın kısmen içinde, kısmen kıyısında bulunuyor olmasına karşın hakkıyla demokratik bir rejimin varlığından söz edilemezdi. Batı ittifakının içindeydi ve Batılı demokrasilerde bulunan bir çok kuruma kendi siyasî rejiminde yer vermişti, veriyordu. Ama yine de demokratik ölçüler bakımından pek çok eksiği söz konusuydu.
Ak Parti’nin iktidara geldiği dönemde, aksi yönde gayret gösteren askeri ve sivil vesayet güçleri olmasına karşın, demokratikleşme yönünde çok güçlü bir toplum iradesi onun arkasındaydı. Türkiye’yi kapsamlı bir demokratikleşme sürecinden geçirmesi için şartlar oldukça uygundu. Batı’nın desteği ve AB süreci bunun kaldıracı rolünü oynuyordu. Hayli adım da atılmıştı.
Ama AK Parti’nin Türkiye’yi kapsamlı bir demokratik dönüşümden geçirme konusunu, içeriden ve dışarıdan kaynaklandığını ileri sürdüğü muhtelif gerekçelerle yarıda bıraktı ve büyük bir fırsatı kaçırdı.
En yakın, en uzağa mı düşmeliydi?
Ak Parti şimdiye kadar hiçbir hükümetin cesaret edemediği ölçüde, Türkiye’nin en köklü sorunu olan Kürt sorununun çözümü için çaba gösterdi. Habur Süreci, Oslo Süreci ve nihayetinde — 21 Mart 2013 itibariyle başlayıp çok geçmeden Suriye iç savaşının gölgesi altında yitip giden — Barış ve Çözüm Süreci, siyasi tarihimizin bu topraklarda Kürtlerle eşit koşullarda ve barış içerisinde yaşama hedefinin öngörüldüğü en ciddi hamleleriydi. İktidarın (kendi seçmen tabanı dahil) milliyetçi eğilimli bütün seçmenlerin tepkileri bakımından büyük risk aldığı da ortadaydı. Eğer başarıya ulaşsaydı, bunun sadece Türkiye’yi değil bütün bölgeyi inanılmaz ölçüde etkileyeceği de ortadaydı. Böyle bir sonucun, bölgeye nizam verme hevesindeki büyük güçlerin hesaplarını da baştan bozacağı belliydi. Başta PKK olmak üzere diğer aktörlerin sürecin bugünkü noktaya gelmesindeki olumsuz rollerini değerlendirmesini bir yana bırakarak, sonuç itibariyle AK Parti’nin bu fırsatı da kaçırdığını ifade etmek istiyorum.
Dindarlar ve laikler ne zaman helalleşecek?
Dikkatlerinize sunmak istediğim üçüncü ve son husus, Tanzimat’tan bugüne ideolojik ve politik bakımdan zıt kulvarlarda yürüyen; hemen her meselede tesbitleri ve tercihleri farklı olan; toplumsal sorunlara daima farklı kamplarda olmanın psikolojisiyle yaklaşan iki büyük sosyolojinin, yani dindarlar ile laiklerin arasındaki geleneksel husumeti sonlandırma ve birbirine yakınlaştırma konusudur.
İnanç, kültür, hayat tarzı, ideoloji, politika vb alanlarda farklılık, bu toplum kesimlerinde kendini daima ve her toplumsal olayda gösterdi. Uzun AK Parti iktidarının son dönemine kadar, gerilim, kamplaşma ve çatışmalar şeklinde sürüp gitti.
İnancını açıkça belli eden dindar vatandaş grubunun AK Parti çatısı altında iktidarda temsil bulması, laikler cephesinin çoğunluğu tarafından iyi karşılanmadı ve hep tedirginlik duyuldu. Muhtelif yollarda onların iktidardan uzaklaştırılmaları hep istendi. Bu amaçla farklı zamanlarda değişik biçimler altında askeri ve sivil vesayet güçlerine destek verdiler.
Ancak son zamanlarda, özellikle Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığındaki CHP’nin şahsında küçük ama önemli bir değişimin yaşanmaya başladığını gördük. Acemice ve zayıf da olsa, dindar seçmene yönelik dil değişmeye başladı. Söylem düzeyinde de olsa İmam Hatip Okulları ve başörtüsü artık sorun olarak görülmüyor gibi. Daha önemlisi, şimdiye kadar kendini dindarların içinde gizlemiş ve AK Parti iktidarından uzunca bir süre her düzeyde destek görmüş Fetullah Gülen çevresinin (sonraki tanımlamayla FETÖ’nün) kanlı darbe girişimi karşısında, dindarların yönetimindeki seçilmiş AK Parti hükümetinin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanında yer aldılar. Demokrasiyi ve parlamentoyu birlikte savundular.
Dindarlar ile laikler arasındaki tarihi husumeti noktalayacak ve kucaklaşmayı sağlayacak demokratik asgari müşterek, darbeye ve darbecilere karşı ortak mücadelede ortaya çıkmıştı. Yenikapı mitingi az çok bunu taçlandıran buluşmaydı. Bu hat üzerinden gidilerek halkın iki kesimi arasındaki kopukluk ve tarihi sorun geride bırakılabilirdi. AK Parti kendi hazırladığı zeminin değerinin yeterince farkına varamadı ve eski mevzilerine çabuk döndü. Sonuç olarak bu da olmadı; herkes kendi kampına çekildi ve bu fırsat da kaçırıldı.
Pansuman
Konuyu başa alırsak, AK Parti’nin merkezi politikaları tıkanmış ve adamakıllı geri dönüş başlamışken, bu konulara hiç mi hiç girmeyip, örgütteki metal yorgunluğunun peşinden koşulması, bana hastalığı tedavi etmek yerine pansuman yapıp hastayı evine göndermek gibi geliyor.
Bu durumun açmazını yaşayan AK Partililerin metal yorgunluğundan muzdarip oldukları gerekçeyle dinlenmeye alınması, dinlenmeye alınacakların sayısını artırmaktan başka bir işe yarayacak gibi görünmüyor.
Demokrasiyi siyasal rejimin sırtında bir yük gibi görmeye başlayan; dindarların iktidarda olduğu bir dönemde laiklerle kucaklaşmak için ısrarlı ve kararlı bir tavır sergilemeyen; yargının adil, eşit, yansız ve titiz uygulamalar sergilemesini boşlayıp, adalet gibi ortak ve yüksek bir değeri ana muhalefete kaptıran AK Parti iktidarının ve genel merkezinin, sorunu Bağcılar ilçe örgütünde aramazdan evvel dönüp merkezi politikalarını gözden geçirmesi gerekmez miydi?
Sakın AK Parti’nin bazı örgütleri, yöneticileri ve üyelerini yoran, bir süredir tıkanan ve uyarı veren merkezi politikalar olmasın?
Sonuç olarak, iktidarın ve AK Parti’nin karar vericileri tesbitlerinde bu kadar ısrar ettiğine göre, partideki irtifa kaybını nasıl durduracak ve 2019’un seçimlerinin ciddi ölçüde riske girmesine neden olan sebepleri hangi adımlarla ortadan kaldıracaklar, merak ediyorum doğrusu.
AK Parti örgütünün vatandaştan kopmasını önleyecek ve yeniden arı gibi çalışmasını sağlayacak yeni politikaların tez zamanda açıklanmasını bekliyorum.
Parti yöneticileri ve üyelerini profesyonel deformasyona sürüklemeyecek, çıkar hesapları ve kavgalarından uzak tutacak yeni fikir ve politikaların neler olacağını öğrenmek ihtiyacındayım.