Geçen iki haftanın ilkinde, bir otobüsün ön koltuğunda uzunca bir şehirler arası yolculuğum oldu. Sonraki hafta ise iki günümün önemli kısmı aileden iki yaşlının randevuları sebebiyle hastanenin bekleme salonlarında geçti.
Böylesi ortamları bir açıdan seviyorum. Çünkü kimlerle muhatap olacağımızı ne seçebildiğimiz ne de öngörebildiğimiz bu ortamlar, bize içinde huzurlu olduğumuz küçük dünyamızdan dışarı çıkıp yaşadığımız zaman, zemin, toplum ve dünya hakkında birinci elden gözlemler yapma imkânı sağlıyor. İnsan, muhatap olmayı bile isteye seçtiği insanlarla birarada iken göremediği birçok olguyu, böylesi vesileler sayesinde farkediyor.
Nitekim uzun otobüs yolculuğu sırasında yaşadığım ‘aydınlanma’yı anlatsam, muhakkak şaşırırsınız. Doğup büyüdüğüm şehirden İstanbul’a doğru yol üstündeki büyük şehirlerin otogarlarına gire çıka yol alan otobüsün yolcu indirip yeni yolcu aldığı bir şehirde yazıhanenin yanlışlıkla fazladan bir bilet kestiği ortaya çıktığında, ortada kalan yolcu ön kapının hemen yanındaki rehber, hostes veya muavin koltuğu dediğimiz yere buyur edildiğinde, neredeyse iki saat süren bir ‘uluslararası ilişkiler’ dersi alacağımı nereden bilebilirdim?
Şoför ile yolcu arasında ilerleyen diyalog, Suriye’den başlayıp Ukrayna’ya, oradan Rusya, Çin ve Amerika’ya kadar uzandı; arada Filistin’in meselesi dahi bir derece konuşuldu. Bu kadar ‘küresel’ bir sohbet sayesinde yeni şeyler ‘öğrendim’ diyemeyeceğim; ama daha önce hiç duymadığım şeyler duymuş oldum. Meğer bütün kötülüklerin sebebinin Amerika olduğu bir dünyada, Putin ile Türkiye beraberce ABD’nin oyunlarını bozmak için çalışıyormuş. Amerika bundan dolayı Ukrayna’yı kışkırttığı için Rusya Ukrayna’ya saldırmış. Ukrayna toprağı Kırım’ı daha önceden işgal etmeye de hakkı varmış. Nitekim Putin, ‘kendi hakkı olan’ Kırım’ı Ukrayna’dan ‘geri alırken’ onlara şöyle demiş: “Biz versek versek bir tek Osmanlıya toprak veririz, çünkü bu toprakları onlardan aldık.”
Suriye’de olup bitenlerde de Amerikan oyunu ve Rusya ile Türkiye arasındaki ortaklığa çomak sokma fitnesi okuyan sohbet, Çin vesaire diye dolandıktan sonra Amerikan seçimlerine geçti ve ister istemez ikilinin Trump’ın 20 Ocak’ta fiilen başkanlığa geçmesiyle yaşanacak gelişmelere dair ‘analiz’lerini dinledik. Trump herkese haddini bildirecekti, ama bunun tek istisnası vardı: Netanyahu. Sebebi de çok basitti. Çünkü ikisi dünür idiler, aralarında akrabalık vardı. Trump kızını Netanyahu’nun oğluyla evlendirmişti!
Yeni şeyler öğrenmesem de yeni şeyler duyduğum bu sohbetin bir benzeriyle ertesi hafta hastanede bekleme salonunda karşılaştım. İktidarı uğruna kendi halkının üstüne bombalar yağdırıp bir milyona yakın insanın ölümüne, on milyonu aşkın insanın yerinden edilmesine sebebiyet veren bir diktatörden komşu Suriye’nin kurtulduğu bir zaman aralığında, konuşmanın ana konusu Suriye idi. Sözlerini herkese duyuracak şekilde konuşan iki kişiden biri, Suriye üzerinden konuyu Türkiye’ye getiriyor ve ‘kimsenin görmediği gerçeği’ ifşa ediyordu. Gerçi bu ‘analiz’in sahibi de ABD’yi bütün kötülüklerin babası olarak görüyordu. Önceki ‘analizci’ ile ayrışma, Türkiye’ye dairdi. Meğer mevcut iktidarın elinde Türkiye tamamen ABD’nin güdümüne girmişti ve Esed’i devirme görevi ‘Amerika’nın emriyle’ Türkiye’ye verilmişti. Bu emri yerine getiren Türkiye bu şekilde çekildiği tuzaktan habersiz gafil insanlar tarafından yönetilmekteydi.
İki farklı siyasî tercih ekseninde şekillendiği aşikâr ‘analiz’lerdi bunlar. Ama ikisinin de sahipleri bu analizle herşeyi açıkladıklarından emin idiler.
İkinci sohbetin tınısı daha kulağımdan eksilmeden, bu analizci zâtları siyasî tarih veya uluslararası ilişkiler alanında uzman dostlarımla sohbet halinde hayal ettim. İçlerinde, doktorasını Suriye üzerine yapanlar da vardı. Bu dostlar, olup bitenlere dair metodik açıdan doğrulanmış bilgilerini paylaşıp, bundan sonra olacaklara dair öngörülerini de yine bir metod ve disiplin dahilinde o zâtlara söyleseler, acaba nasıl bir karşılık görürlerdi?
Hayalimdeki olay fiilen gerçekleşmediği için, elbette yüzdeyüz bir kesinlikle konuşamam. Ama bugüne kadarki tecrübelerim, yaşanması kuvvetle muhtemel şeyi tahmin etmeme imkân da veriyor. Muhtemelen, günün sonunda gelinen yer şu olurdu: “Ömrünü bu alana verdiğini söylüyor, ama boşuna okumuş, birşey bildiği yok, hiçbir şeyden de haberi yok.” Alanda uzman kişilerin fırsat verilirse konuşmasından sonra gelinen nokta, büyük ihtimalle, başlangıç noktasından neredeyse milim farklı olmazdı. Günün sonunda söylenenin şu olması ise çok ama çok düşük ihtimaldi: “Bizim bilmediğimiz çok şey varmış. İyi ki alanın uzmanı biriyle karşılaştık da bilmediklerimizi öğrendik, yanlış bildiklerimizden de kendimizi arındırdık.”
Her iki sohbete benimle birlikte şahit olan eşime, bu düşüncelerin eşliğinde, şu kanaatimi söyledim: “Birşeyin farkında olmamız lâzım. Biz, cehaleti fazla hafife alıyoruz, cehaletin gücünün pek farkında değiliz. Bilgiye dirençli cehalet diye bir gerçek var ve zannedilenden çok daha güçlü ve yaygın.”
Sadece bu iki olaya ilişkin ihtimallere dayanarak böyle bir yargıyı dile getirmem haksız ve acımasız gözükebilir. Ama gündelik hayatın içinde farklı farklı mekânlarda böylesi nice ortamda gerçekleşen cehalet ve önyargı aktarımlarına baktığımızda; dahası iletişimde gerçekleşen devrim niteliğindeki gelişmelerin de bu uğurda kullanıldığını, meselâ whatsapp yahut telegram gruplarında böyle şeylerin dönüp durduğuna ve işin uzmanının deli saçması dediği şeylerin gazete köşelerinden televizyon programlarına yahut yeni medya araçlarına varıncaya kadar her yerde tekrarlandığını gözönüne aldığımızda, vâkıanın bu olduğu sanırım açıkça ortaya çıkıyor.
‘Post-truth’ denilen şeyle hiç bu kadar sıcağı sıcağına yüzleşmemiştim. Bu iki olay, içinde bulunduğumuz zaman dilimini ‘Hakikat-sonrası’ diye tanımlamanın ne kadar isabetli olduğuna bir delildi benim için. İletişim imkânlarının artmasının bilgiye erişimi çok kolaylaştırmasına karşılık, esefâ, bunun sonucu insanların öğrenme iştiyakının zirveyi bulması olmadı. Bilakis, dünün de gerçeği olan bir olgu, çok daha haşin ve tehditkâr biçimde, bugünün de gerçeği: Hoşa gitmeyen doğruların alıcısı yok, hoşa giden yalanlar ise kapış kapış gidiyor. Dahası, bir kesimden değil, hemen her kesimden birçok insan bu talebe göre arz üretiyor. Yani niceleri, cehaletin dirençle karşılayacağı bir doğrunun peşine düşmek yerine, kendi mahallesine, ideolojisine, inancına göre pazarlayabileceği yalanların ve kurguların üreticisi yahut dağıtımcısı olmayı tercih ediyor.
‘Post-truth’ çağında bu gerçeğin geldiği seviyeye baktığımızda, dünyada ve Türkiye’de entellektüel kesimin en büyük yanılgılarından birinin şu olduğunu söylemek mümkün: Cehalet bugün ‘imkânsızlık’ sebebiyle ortaya çıkan bir durum değil, bilakis bile isteye tercih edilen, deyim yerindeyse ‘sofistike’ bir ‘cehalet’le yüzyüzeyiz. Belki birçok entellektüel, bugün yanlış bir sabit fikirde takılıp kalmış insanların bilgiye erişim imkânı olmadığı için böyle zannediyor olduğunu düşünüyor. Korkarım ki, gerçek bu değil. Bilgiye erişim bugünden de kolay hale gelse bile birileri ona karşı direnç gösterecek ve dünyasını toz pembe hale getiren ‘gerçek-sonrası’ söylemlerin peşine düşecek. Gerçeği çoktan kabre gömdü birileri…
Entellektüellerin taşıdıkları bu hüsnüzannın uykusundan uyanması gereken bir zamandayız. ‘Post-truth’un kafesinden nasıl çıkılabileceği ve hakikatle özgürleşmenin nasıl mümkün kılınabileceği konusunda çok ciddi şekilde kafa yormaları gerekiyor.
İşleri gerçekten zor…